UĞUR POLAT

Bir insanı, bir dünyayı ve birçok dünyayı tanımak

Röportajlar

Zannedersem 2017 yılının temmuz ayıydı, 21 Temmuz 2017. Almanya’da çok sevdiğim yakınım, büyüğüm olan; hocanın da gıyabında sürekli konuşurken sağ kolum dediği Mehmet Alparslan Çelebi abi. Ben Türkiye'ye döndüğümde kendisinden bir ricada bulunmuştum. Fuat Hoca’yla Türkiye'ye döndüğünde tanışabilir miyim, kendisiyle görüşebilir miyim diye bir ricam olmuştu. Kendisi de sağ olsun; ben tabii birkaç kez bunu söyledim çok önemliydi benim için, kıramadı beni ve 21 Temmuz, o bahsettiğim dönemde bizimle Sultanahmet'te, hocanın o zaman kaldığı otelde bir görüşme ayarlamıştı.  O dönem, o an, o gün sağ olsun hoca kabul etti ve biz kendisiyle orada; yani yüz yüze ilk defa orada tanıştık, görüştük. Ama benim kendisiyle gıyabında tanışmam daha önce kendisinin Buhârî’nin Kaynakları isimli önemli eserinin çıktığı yayınevi olan Kitabiyat Yayınları'nda bir müdürlük, idari yazı işleri müdürlüğüm olmuştu, o dönemde kendi eserleriyle tanışmıştım ve yaklaşık 21 Temmuz 2017 yılında Sultanahmet’te kendisiyle yüz yüze tanışma ve görüşme fırsatım oldu.

2008 yılında İslamiyat dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptım. O dönemde kütüphaneye yani yayınevinin kitaplığında en önemli olarak, benim için önemli olan kitaplardan biri Fuat Hoca'nın Buhârî’nin Kaynakları idi. Hatta şöyle bir şeye de tevafuk etmiştim, Mehmet Sait Hatipoğlu Hoca'nın Fuat Sezgin Hoca'nın Buhârî’nin Kaynakları isimli ilk baskı kitabını tetkik ettiğini, edit ettiğini ve bazı yazım yanlışlarını düzelterek not aldığını, o nüshayı görmüştüm dergide. Yani hocanın ne kadar önemli olduğunu da orada anlamıştım tabii ki. Buhârî’nin Kaynakları eseri dolayısıyla.

Tabii çok eski tam olarak tarih veremem ama eski bir, çok eskidir. Yani ilk eserlerinden. Buhârî’nin Kaynakları tabii benim alanım olmadığı için bu alanda çok bilgi vermek istemiyorum. Ama kendisiyle yapmış olduğum konuşmalar dolayısıyla söylemek istiyorum. Hadislerle alakalı şifahi bir kültür olduğunu ifade eden; özellikle kötü niyetli, art niyet taşıyan şarkiyatçılara ve bazı yazarlara... Nasıl söyleyeyim, yani onların düşündüğünün yanlış olduğunu çok ciddi bir şekilde ispat eden ve Buhârî'nin eserini oluşturduğu dönemde yazılı kaynaklardan istifade ederek oluşturduğuna dair bir güçlü testti hoca için ve ben bundan dolayı çok ciddiye almıştım eseri.

Kendisinin ifadesiyle, “Evladım; haftada bir defa, üç defa; günlük bir saat, bir buçuk iki saat olarak sana zaman ayırabilirim. Nasıl istersen, benden hangi yardımı talep edersen ben burada sana elimden geldiğince yardım etmeye çalışırım. Hatta biz burada sana bir oda veririz. Sen burada hem çizimlerini yaparsın hem de benden istemiş olduğun yardımla alakalı kitaplardan da istifade edersin” demişti.

Şöyle söyleyeyim, ben aslen lisansım Güzel Sanatlar mezunuyum ben ve uzun süredir (Yani yaklaşık lise çağından beri) Rönesans Dönemi’nde yaşamış büyük ressamların Michelangelo olsun Leonardo da Vinci olsun ve Raphael olsun bunların eskizlerini ve çalışmalarını tetkik edip, birebir orijinallerinin kopya edip, büyük ebatlı resimlerini yapmaya çalışmıştım ve çok inanılmaz bir yetenek olduğunu, çok daha küçük yaşlarda fark etmiştim. Bu çizgisel olarak desenleriyle bu insanların. Tabii daha sonra Raffaello‘nun özellikle benim üzerinde çalıştığım Atina Okulu isimli bir resmi var. “Scuola di Atene” diye İtalyancası. Resmini tetkik etmeye, incelemeye başladım. Hatta benim alanım Güzel Sanatlar olması dolayısıyla ve özellikle kendime ait kompozisyonlar, büyük ebatlı duvar resimleri tarzında kompozisyonlar üretip, figüratif büyük ebatlı duvar resimleri yapmam dolayısıyla Raffaello’nun Atina Okulu resmi ile alakalı uzun süren bir düşünsel sürece başladım. Tabii burada çok uzun süreceği için çok ayrıntılara girmek istemiyorum. Şunu fark ettim Raffaello’nun özellikle resmi içerisindeki bazı alanlarda özellikle konulmuş, eklenmiş; sanki ideolojik bindirmeler, ideolojik dışavurumlar fark ettim, hissettim. Özellikle İbn Rüşd ile alakalı bunu fark ettim ve bununla alakalı araştırma yapmaya başladım ki benim için çok önemli bir avantajdı bu. Çalıştığım kamu kurumu, kamu vakfında 2015 yılında Roma Kültür Sanat Koordinatörü olarak çalışmalarımdaki başarı dolayısıyla görevlendirildim. Tabii bu benim için çok büyük, hem kurumuma, devletime hizmet etme açısından hem yaptığım çalışmalarla alakalı nitelik olarak çok önemli şeyler ortaya koymak için bir avantaj oldu benim için. Tabii ben boş durmadım. Yaklaşık bir yıl boyunca sürekli hafta sonları ve hafta içi bazı günlerde, mesai sonrasında özellikle Raffaello ile alakalı Atina Okulu ile alakalı araştırmalar ve çalışmalar yapmaya başladım. Tabii bir şeyleri fark ettim. O dönemin siyasi kültürü özellikle kilisenin Katolik Papalık’ın İbn Rüşd ile alakalı düşünsel inisiyatifini, düşünsel arka planını daha yakından öğrenebildim orada ve Türkiye'de... Böyle nasıl söyleyeyim, yavaş yavaş az miktarda da olsa elde ettiğim bilgileri orada kesinleştirdim. Yani gerçekten İbn Rüşd ile alakalı bir şey vardı, bir önyargı vardı. Tabii bununla alakalı notlarımı hocam, Sayın Fuat Sezgin ile görüştüğüm dönemde kendisiyle de paylaşma imkânı buldum ve şunu fark ettim; hocamın aynen ifadesi şuydu, ben kendisine “Hocam bu Raffaello’nun Atina Okulu isim yapmış olduğu resimde şu tarz, ideolojik olabilecek, teolojik açıdan İbn Rüşd ile alakalı bizim çok kabul edemeyeceğimiz hem sanatsal açıdan hem teorik açıdan bazı şeyler var,  problemler var” dedim ve kendisi bana daha sonra çok kendime dönük bir sevinç kaynağı olacak şu cümleyi kurdu; dedi ki “Uğur evladım; doğru söylüyorsun ve haklısın. Gerçekten aynen bu senin söylemiş olduğun gibi bir ideolojik yaklaşım bu Rafael'in Atina Okulu ile alakalı görselinde, resminde” demişti ve benim sanatla alakalı çalışmalarından sonra hocamdan bu resimle alakalı yeni yapmayı düşündüğüm, aslında Rafael'in Atina Okulu'nda; nasıl söyleyeyim, aksattığı diyeyim daha doğrusu. Ya da görmezden geldiği şeyleri, bilgileri hem bir resim olarak hem de teorik altyapısı olan önemli bir tarihi belge olarak Hikmet Okulu isminde çizmeyi düşündüm ve bundan sonra kendisi ile uzun süren bu bir yıllık sürecek dediğimiz mesai başladı.

Şöyle söyleyeyim, biz kendisiyle zaten ilk görüştüğümüz sırada şöyle bir şey söylemişti; Sayın Alparslan Çelebi’ye bakarak, elinde benim “Doğudan Gelen Işık” isimli resim çalışmamı kastederek, Çelebi derdi ona, “Çelebi bu çocuk yetenekli, biz bu Uğur arkadaşımızdan benim yazmayı düşündüğüm ve külliyatımın son iki cildi olan Felsefe Tarihi kitabı, 2 cilt içerisinde istifade edebiliriz Uğur arkadaşımızdan” deyip; görsel olarak benden bu konuda yardım istediğini, yardımım olabileceğini ifade etmişti. Ben de çok memnun olduğumu ifade etmiştim ve bundan dolayı böyle bir çalışma periyoduna girmiş olduk hocayla.

Yani şöyle, ben kendim hazırlandım, çizimler yaptım kendimce. Tabii malum hocanın benimle görüşürken yaklaşık 7-8 aylık bir zaman içerisinde bir rahatsızlık geçirdi. Ondan dolayı biraz görüşmelerimiz nadir olmaya başlamıştı. Aslında ben çizmeye başladım ama biz bu çalışmaya başlayamadık. Nedeni malum Almanya'nın hocanın da kendi ifadesiyle haksız olarak eserlerine, kütüphanesine ve çalışmalarına, özellikle eserlerine el koymuş olması dolayısıyla bizim bu çalışmamız benim çizimlerimin devam etmesinin dışında yarım kalmış oldu.

Asıl kaynak: İsmail Saib Sencer

Benim kanaatim bu, fark ettiğim bir şey; hocanın İslam bilimler tarihinde, İslam tarihinde el-Fihrist isimli eserin sahibi İbnü’n-Nedîm, Keşfü’ẓ-ẓunûn isimli eserin sahibi Kâtib Çelebi, Avrupa'da, “Dünya Bilimler Tarihi” isimli “Introduction” adındaki eserin sahibi George Sarton ve “Çin Bilim ve Uygarlık Tarihi”  isimli eserin, külliyatın sahibi Joseph Needham’ın  yapmış olduğu çalışmalarla aynı ve benzer çalışmalar ortaya koyduğunu, ama bunu İslam bilimler tarihi alanı ile alakalı yaptığını ben kendisi ile de görüştüğümde kendisine ifade etmiştim. Yakinen gördüm. Benim açımdan hocanın çok etkilendiği, tesirinde kaldığı, özellikle ismini zikrettiği birçok insan oldu. Ama bunların dışında; mesela kim, Rosendahl vardı mesela. Matyas diye ifade ettiği ve dünya bilimleri tarihini dünya milletlerinin ortak mirası olarak kendisinden aldığını söylediği Matyas Bey vardı ve benim dediğim gibi kanaatim olan başka bir tespitte daha bulunmuştum ben. Hellmut Ritter yani sayın hocamın hocası kendisinin çok etkilendiği Hellmut Ritter’in de aynen Fuat Hoca’nın Ritter’den etkilendiği gibi etkilendiği bir insanı keşfettim ben. Okuduklarında, özellikle hoca ile yaptığım sohbetlerde de bunu fark ettim. Bu isim Beyazıt Kütüphanesi’nin eski Müdürü İsmail Saib Sencer’di. İsmail Saib Sencer'in tabii burada çok detaylara inemeyeceğim için şöyle söyleyeyim; İsmail Saib Sencer, hocanın hayatına baktığımızda ve Hellmut Ritter Beyefendinin hayatına baktığımızda çok net olarak ortaya çıkan şöyle bir gerçek var. İsmail Saib Sencer özellikle İslam bilimler tarihi ile alakalı ve multidisipliner bir alanda çalışmış; inanılmaz derecede bilimler tarihine, felsefeye, İslam bilimler tarihine, İslam felsefesine birçok dil bilerek vakıf bir kişi. Onun tarzı aynen kendisi de üstadım dediği Hellmut Ritter yani Fuat Sezgin hocamın hocasına sirayet etmiş bir insandı İsmail Saib Sencer ve İsmail Saib Sencer’den Hellmut Ritter Bey'e sirayet eden bu alışkanlık, bu ilmi tecessüs, ilmi birikim, irfan ve hikmet aynısı aynı şekilde Fuat Sezgin hocaya da sirayet etmiş olarak gördüm ben ve kendisi bunu çok ifade etmese de birkaç kez ismini zikretti. Tarz olarak, üslup olarak İsmail Saib Sencer’den Hellmut Ritter Bey’in, Hellmut Ritter’den de Fuat Hoca’nın ilham aldığını. Farkında olmasalar bile ilham aldığını, onların aynı gelenekten geldiğini fark etmiş oldum.

Hoca ile görüşmelerimi hiçbir zaman bir kitapla neticelendirmeyi düşünmemiştim. Ta ki aslında benim değil sadece; hocayı okuyan, hocayı tanıması gereken birçok insanın bilmesi gerekenlere vakıf olduğum zaman ortada inanılmaz derecede, tarif edilmez bir öğretmen, bir beyefendi, bir alçak gönüllü insan, bir önemli bilim tarihçisi, bir öğretmen... Çok multidisiplinere çalışan ve her yönüyle örnek olan bir insan vardı. Ben kendisinden tabii izin alarak; müsaade isteyerek kendisi ile yaptığım hiçbir görüşmenin en ufak, en küçük noktasına kadar boşa geçirilmemesi gerektiğini ve hepsinin kaydedilmesini düşündüğüm için kendisini bunu ilettim. Kabul etti kendisi çok nezaketli bir şekilde, ki bunu her zaman yapardı. İnanılmaz bir alçak gönlü vardı, alçak gönüllüydü. İki anıdan bahsedeceğim. Birincisi şöyle, ben hocanın rahatsızlandığı ile alakalı bir haber almıştım. Müzeye gidecektik, her an mûtad yaptığımız görüşmeler dolayısıyla gidecektik, gidecektim daha doğrusu. Kendisinin durumunu, müsait olup olmadığına dair telefonla görüştüğümde kendisinin rahatsızlandığını ifade ettiler. Ben de korktum ve endişelendim haliyle ve hemen hazırlanıp müzeye gitmek üzere yola çıktım ve müzeye gittiğimde durumu öğrendim. Tabii hocanın o an nerede olduğunu sorduğumda çok şaşırtıcı bir cevap aldım Peter Bey’den. Kendisi yanımda çalışan bir araştırmacı. Dedi ki Peter Bey “Uğur” dedi, “Fuat Hoca el yazması görmeye gitti” dedi. Yani o durumunda, o sağlık problemi olmasına rağmen ilme dair tecessüsünü hala kaybetmemiş, 93 yaşında, yani rahatsızlığına rağmen bir kütüphanedeki el yazmasını görmek için oraya gitmiş. Ki ben bekledim kendisini, ayrılmadım kütüphaneden. Çünkü rahatlamam için hocanın iyi olduğunu görmem gerekiyordu. Kendisi öğleden sonra geldi ve endişeli olduğumu fark etti. Çünkü biz onunla konuşurken hoca ilk önce böyle bir iltifat eder, sağ olsun şey yapar, taltif ederdi. Endişemi fark edince “Hocam” dedim, “iyi misiniz?”, elini omuzuma koyup “Endişelenme evladım çok iyiyim” dedi. Çok sevinmiştim o an. Çünkü korkmuştum. Daha sonraki olay ise yine bu mutad görüşmelerimizin birisinde ben eşimi kendisi ile tanıştırmak istemiştim. Eşim de kendisine kısa bir dönem doktorluk yaptı. Çok şaşırtıcı bir şekilde, hocada benim fark ettiğim şeyi burada özellikle söylemem gerekiyor. Siz bir şey söylediğinizde, o sizin atmosferinizi inanılmaz bir şekilde genişletir beyefendiliğiyle, alçak gönüllülüğüyle. Yani bu bizim Türkiye'de çok rastlamadığımız bir şey. Nedeni biz genellikle okur yazar olarak, okur olarak Türkiye'deki entelektüellerden fırça yemeyi bir alışkanlık haline getirdiğimiz için Fuat Sezgin gibi bir dâhinin böyle davranması beni çok şaşırtıyordu. Çünkü biz aksine alıştırılmıştık Türkiye'de, azarlanmak konusunda. Tabii ben kendimden örnek vermek değil kastım. Birçok insan bu entelektüellerin hışmına uğramıştır. Ben Fuat Hoca’yı üzmeme rağmen bazı konularda, mesela kendisine çok sevdiğim bir filozof olan Martin Heidegger ile alakalı bir soru sormuştum. “Hocam Martin Heidegger ile alakalı bana ne söylemek istersiniz, var mı bilginiz?” çok alçak gönüllü bir şekilde, inanılmaz mütevazı bir şekilde bana şöyle bir ifadesi olmuştur “Evladım ben bu konular hakkında konuşmayayım” demişti.

Hiç karşılaşmadığımız bir tevazu

Devam edersek, eşimle tanıştırmak istediğimi söylemiştim o da aynen az önce atmosferi genişletmek ve insanlara yeni ufuk açma ile alakalı o mahirliği dolayısıyla şunu söylemek istiyorum. Dedi ki, “Evladım”, kütüphanenin üst katında hocanın odası, “Evladım benim yukarıda eşyalarım gelmedi, marangoz, mobilyacı getirecek. Eşyaları dizayn edelim oraya koyalım, nezih ve güzel bir ortam olsun. Sizi orada ağırlayayım ben” diye. Yani ben kabul edecek veya etmeyecek diye bir cevap beklerken, evet veya hayırla alakalı cevap beklerken; karşımda, oturduğu yerde dekoratif olarak nezih bir ortam oluşturmak ve bizi öyle kabul etmek isteyen bir beyefendi, bir baba yarısı bir insanla karşılaştım. Bu beni çok şaşırtmıştı. Devamında akşamleyin ben eşimle geldiğimde müzenin yan tarafında bir restoran var, restoranda misafirleriyle. Şimdi isimlerini vermek istemiyorum. Çok bilindik simalar. Özellikle sanırım bakan ve vekiller veya işte yöneticiler vardı benim tanıdığım birkaç kişi. Yemek yerken eşimle biz çapraz masada oturuyorduk, hocamın bizi görebileceği bir yerde. Bir ara enteresan bir şekilde hoca; ben hiç öyle bir şeyine şahit olmadım, masadan kalktı ve benim ve eşimin lavaboya, ellerini yıkamak için lavaboya doğru hareket ettiğini düşünmemizi sağlayacak bir hareket yaptı. Kalktı ve yürümeye başladı. Tabii biz eşimle beraber diyoruz ki “Evet lavaboya gidecek mutlaka” Biz tabi çatalı, kaşığı bıraktık hocanın geçişini bekleyip onunla selamlaşıp tekrar yemeye devam edecektik. Hoca orada; eşim çok duygulanmıştı, yanımıza geldi. Yani masaya, lavaboya gitmiyormuş aslında. Bizim yanımıza geliyormuş. İkimizin yanına geldi, masamızın başına ve ikimizin de elini tutmak için ikimize de elini uzattı ve ellerimizi tutup bize “Hoş geldiniz evlatlarım” dedi. Tabii benim hoca ile alakalı kurduğum bu temaslarda mahcup olduğum çok olay vardır. Biz de tabi teşekkür edip ellerinden öperek halini hatırını sorduk ve kendisi daha sonra tekrar masaya dönüp konuşmasına devam etti. Bu ikinci olay yaşadığım, beni çok şaşırtmıştır dediğim gibi.

Bir nevi bütün hazinelerin olduğu, Merkez Bankası gibiydi

Şöyle söyleyeyim, başta da söylediğim gibi kendisiyle bunu konuşmuştum işte Kâtip Çelebi, İbnü’n-Nedîm, George Sarton ve Joseph Needham’dan daha kendisini rahat algılayabileceğimiz, görebileceğimiz bir emek var hocada. Yani şöyle söyleyeyim, hocanın eserleri benim kanaatim o ki; işte bir ülkenin en kıymetli hazinelerinin olduğu bir müze veya işte menkul, hazinelerinin yer aldığı bir mekân. İşte banka diyelim, işte Merkez Bankası diyelim. Buradaki servetin, kıymetli altınların vesaire gibi bütün her şeyin toplamı hocanın yaptığı çalışmalarla denktir bana göre. Özellikle İslam bilimler tarihi ile alakalı kaleme almış olduğu, ki kendisi 400 bine yakın cilt eseri kontrol etmiş, eseri görmüş, yakından incelemiş ve on binlerce etüt yapmış ve neticede ilk defa tıpkıbasımları da dahil olmak üzere 1500'e yakın kendisinin ifadesiyle İslam bilimler tarihinin yetim kalmış, kimsesiz kalmış eserlerini tekrardan yayın hayatına kazandırarak, ki bunu Almanya'da yaptı enstitüde, eserlerini ortaya koydu. Yani bu açıdan benim kanaatim Fuat Sezgin İslam bilimler tarihi ile alakalı yapmış olduğu şey sadece İslam bilimler tarihi ile alakalı değildi. Fuat Hoca’nın ifadesi ve isteği şuydu, Brokellman yazmak için çıktığı bu serüvende Brokellman’ın eksikleri ve İstanbul’daki yazmaları görmeden bazı genellemelerde bulunmuş olmasına, hatalı görerek yazdığı kitaplarla ki devamında gelen külliyatta istediği şuydu, bilimler tarihi yeniden yazmalı. Çünkü birçok açıdan yani mesela ben kendi alanım olması dolayısıyla Rönesans ve bilim tarihi ile alakalı fark ettiğim, kendisi ile yaptığım görüşmelerde gördüğüm, dinlediğim şey şuydu; mesela Leonardo da Vinci. Yani bu Leonardo da Vinci şimdi benim de yaptığım okumalar neticesinde şahit olduğum, Fuat Hoca’nın da bana söylemiş olduğu bilgileri birleştirdiğimde şöyle bir şey ortaya çıkıyor; yani bizim İslam bilimler tarihi içerisinde yaşamış önemli simaların Leonardo da Vinci’den... Hatta şöyle söyleyeyim Leonardo da Vinci ile kıyaslanamayacak derecede büyük insanların hem teorik hem pratik açıdan eserler verdiğini, birçok çalışmalarıyla Leonardo da Vinci, Copernic, Galilei gibi büyük insanlara ve modern dönemde de işte Descartes olsun, Newton olsun, Kepler olsun, Tycho Brahe olsun bu insanlara inanılmaz bir şekilde tesir ettiklerini ifade ediyordu kendisi ve bunu eserleriyle, hatta benim şahsi kanaatim olarak ifade etmek istiyorum; belki dünyada bir şeyler hakkında mübalağa etmek hakkı olan tek insan Fuat Sezgin’di. Çünkü inanılmaz çalışmalara imza atmış ama bu hakkı olmasına rağmen bir kez bile en ufak konuda mübalağa ettiğini görmedim ve eserlerinde de bunu özellikle altını çiziyor. “Bizim mübalağa etmeye ihtiyacımız yok” demişti. Çünkü yazdığımız şeyler İslam bilimler tarihinde bizim, bizden önce gelen insanların ortaya koymuş olduğu şeyler hiçbir mübalağaya gerek bırakmayacak derecede büyük zaten.

Sezginyen ekolü

Özellikle mesela Leonardo da Vinci’den örnek vermiştim. Leonardo da Vinci’nin birçok insan Latince bildiğini düşünür. Leonardo da Vinci, Latince bilmez. Hatta, Latince bilmemesi dolayısıyla İtalya'da herkesin normal olarak almış olduğu eğitimi de alamamıştır. Neden alamamıştır? Çünkü Leonardo da Vinci gayrimeşru bir ilişkiden doğmuş bir çocuktur. Bundan dolayı temel eğitimini alamamıştır ve benim Cezerî işte Müslüman bilim tarihi, İslam bilim tarihinin en önemli şahsiyetlerinden ve George Sarton’un ifadesi ile orta çağın en büyük mühendisi olan Cezerî'nin çalışmalarıyla Leonardo da Vinci'nin çalışmalarını karşılaştırdığımda benim şahit oldum şeylere inanıyorum ki bu çalışmalarla alakalı ufak da olsa okumalar yapan insanlar da şahit olacaktır. Yani özellikle mesela yine belirtmek istiyorum hocamın ifadesi ki bu alanda bir eser de yazdı. Amerika kıtasının Müslümanlar denizciler tarafından Christopher Columbus öncesi keşfi. Bununla alakalı hocanın yapmış olduğu çalışmalar Türkiye'de sanırım yeteri kadar duyulmadı veyahut hocanın ne kadar ciddi olduğu ki kendi ifadesiyle bu yöndeydi tam olarak anlaşılmadı. Ama benim yabancı kaynaklarda gördüğüm, okuduğum ve hala dikkatle incelediğim ve gördüğüm, fark ettiğim bir şey var. Sezginyen, yani Fuat Sezgin düşüncesine vurgu yapan Sezginyen bir teoriye dönüşmüş durumda Fuat Hoca’nın fikirleri Avrupa'da ve birçok bilim tarihçisinin, bilim adamının kendi ifadeleriyle söylüyorum; şu anda çok net bir şekilde Avrupa'da bilinmese de ileriye dönük istikbal vadeden ve çok heyecanlandırıcı çalışmalar Fuat Sezgin'in çalışmaları diye ifade ediliyor. Bu açıdan yani Fuat Hoca’nın sekiz asırlık diye ifade ettiği, el-Memun ve Abbasi döneminden 16’ncı yüzyıla kadar, işte bir yönüyle daha sonraya da tesirde bulunmuş bir İslam bilimler tarihi modeli, bir dönemi çiziyordu.

Sadece o değil coğrafya alanında da... Mesela kendi ifadesi, Avrupalılar bugün bildiğimiz manada, gerçek ölçümlere dayanan haritayı daha 19’uncu, 18’inci yüzyılda yeni yapabilmişlerdi. Ama Müslümanlar el-Memun'un yaptırmış olduğu dünya haritası ve ondan sonra İdrîsî’nin; kendi ifadesiyle hocanın asilzade, bir Müslüman asilzade olan İdrîsî’nin yapmış olduğu dünya haritaları ki bugün de biliniyor ki bugüne yakın, bugüne ait ölçümleri çok yakın haritalar. Yani 11’inci asırdan bahsediyoruz ve Avrupa bu seviyeye hocamın da ifade ettiği gibi 18’inci, 19’uncu yüzyılda ancak ulaşabilmiş durumdaydı. Kısaca şöyle söylemek daha yerinde olur diye düşünüyorum; hocamın bilimler tarihinde özetle yapmaya çalıştığı ve yaptığı şey şuydu, (Umarım bu ileride daha çok net bir şekilde fark edilecek) bilimler tarihinin iki yakasını bir araya getirmek ve bu büyük birikimin bizler tarafından özellikle bilinmesini sağlamaktı, ki onun yine hep her yerde ifadesi şudur “Müslümanların yersiz aşağılık kompleksi ve Batı’nın haksız kibri” buna karşı özellikle ifade ettiği, “Bu müdafaaya kendinizi hazırlayın Uğur evladım. Çünkü ileride bu eserleri müdafaa etmek zorunda kalacaksınız, bu hakikatleri” demişti. Bu açıdan Fuat Hoca’nın İslam bilimler tarihi ile alakalı kendine ait olan külliyatı ve bunun haricinde müzede kendi baskısını yapıp etüt ettiği, kontrol ederek bastığı yayınladığı külliyatın bir ülkenin en önemli kaynaklarından biri olduğunu düşündüğüm için buna ihtimam gösterilmesini ve bu eserlerin çok kısa bir süre içerisinde basılıp yayınlanıp; bize, yani Türkiye'de yaşayan insanlara sunulması ve bu bilgilerin müfredatlara alınmasını talep ediyorum, rica ediyorum. İnşallah bu isteğimiz en kısa sürede gerçekleştirir.

“Profesyonellerin Rönesansı”

Şöyle söyleyeyim, tabii benim alanımda olması dolayısıyla. Şimdi şöyle Rönesans dediğimiz Rinascimento işte İtalyancası “yeniden doğuş” olarak ifade edilen ve kaynak olarak kime ait olduğu ile alakalı çok farklı cevaplar olan, işte Petrarch diyen, Dante diyen işte başka isimlerin de zikredildiği bir isim bu Rönesans ifadesi. Rönesans, hocanın ifadesiyle ki benim hocanın eserleri ile tanışmamdan önce, özellikle sanat alanında bazı farkına vardığım şeylerin neticesinde yapmış olduğum araştırmalar ve bu araştırmalar neticesinde en kesin, en ikna edici bilgiler Fuat hocamın İslam'da Bilim ve Teknik isimli kataloğunun içerisinde şahit olmuştum. Hocam bu kataloğun içerisindeki özellikle kendisi ile biz bu katalog okumuştuk sağ olasın, 1. cildini. Kendisi kataloğu açarak sayfa sayfa “Evladım burada bu var, bu bunu söylemeye çalışıyor”. Özellikle bir ismin üzerinde durmuştu, Etyen Jilson, çok önemli bir orta çağ tarihçisi. İslam bilimler tarihine çok ciddi vukufiyeti olan bir orta çağ tarihçisi. Onun Rönesans hakkındaki var olan eserlerinde de tekrar ettiği “Profesyonellerin Rönesansı” diye ifade ettiği bir cümlesi vardı hocamın, ki ben bu kendisi ile tanıştığım ilk dönemde duyduğum ve beni çok şaşırtan cümle bu olmuştu. Aslında kısaca ifade ettiği şuydu; Rönesans'ın bir profesyoneller tarafından bir masa başında uydurulduğunu, yazılıp çizildiğini ve daha sonra gelen insanların, bu Rönesans olarak bilinen; aslında romantik bir dönem olan zamanın,  bir bilimler tarihi, bilimlerin doğuşu olarak bilinmesinin yanlış olduğunu ve bu yönde çalışmalar yapılması gerektiğine dair bir bilgisi vardı. Her zaman bunu ifade ederdi; “Avrupa bilimler tarihi, İslam bilimler tarihinin kardeşidir”. Tamamen İslam bilimler tarihinden Rönesans diye bildiğimiz dönem birçok yönüyle İslam Bilimler tarihinden ilhamla ortaya çıkmış bir hadisedir, olaydır. Bunu zaten benim de tespit ettiğim kadarıyla Fuat hocanın dışında, onun eserlerinin de etkisiyle Avrupa'da birçok bilim tarihçisi biliyor zaten. Bunu ifade ediyorlar ki benim kendisiyle yaptığım görüşmelerde hep kendisine atıfta bulunduğumuz konuşurken George Sarton bu alanda çok önemli bir şahsiyet. Kendisi de saygı ile anardı George Sarton’u. Çünkü George Sarton bilimler tarihine kendi bakış açısını kazandırmış bir insan. Özellikle şunu söylemek istiyorum; mesela asrın, yani bilimler tarihini dönemlere ayırıp, dönemleri bir isimle yad edip, bu dönemleri o isimlerle anan bir bilimler tarihi kitabı var, Gearge Sarton’un Introduction isimli. Mesela bir asra Bîrûnî asrı der. Yani isimle zikreder ve bu dönemde yapılan çalışmaların Bîrûnî ile alakalı olduğunu, Bîrûnî'nin inanılmaz tesirinden bahseder George Sarton. Bu ve bunun gibi hadiseleri George Sarton işler ve Fuat Hoca da Rönesans olarak adlandırılan dönemin aslında yine söylemiş olduğum gibi bir İslam bilimler tarihi kaynaklı bir dönem olduğunu ortaya koyar Rönesans olarak Fuat Sezgin.

“Bu kağıtlardan, bu çocuklardan çok umutluyum”

Mesela bir gün yine kendisi ile yaptığımız görüşmelerden bir anı anlatayım. Bunu yazacağım kitapta, özellikle temellendirmek için bu çok önemli çünkü. Masasında konuşurken sınav kağıtları gördüm hocanın ve sordum “Hocam bunlar nedir? Hani bu yaşınızda sizi yormuyor mu?” gibi. Tamamen açıklayamadım ama orada. Sınav kağıtları Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nin Bilimler Tarihi ile alakalı bölümündeki öğrencilerin sınav kağıtlarıymış. Yani sizin sormanız dolayısıyla söylemek istiyorum; kağıtları kastederek “Evladım” dedi, “Ben bu çocuklardan çok ümitliyim” dedi. “Bu çocuklar ilerde çok güzel şeyler yapacaklar” dedi. “Bunun en önemli ispatı bu sınav kağıtları” dedi. Çocuklara çok güveniyordu. Yani yeni nesle, yeni neslin özellikle kendisine olan ilgisine. Kendisi ile alakalı bilgi verildiğinde, yani geçmişe dair kendine bilgi aktarıldığında çocukların, gelecek neslin nasıl bu işe vukufiyet kesbettiğini, nasıl başarıyla bu işi öğrendiğini şaşırarak ifade etmişti bana ve “Ben gelecek nesilden çok umutluyum evladım” demişti. “Bu sınav kağıtları da bunu bir ispatı” demişti.

“Beni abartmayın”

Bir gün bir konferansta, fonda kendi resmi var kocaman. Onu hep tebessüm ederek anlatırdı, dedi ki “Evladım” dedi, “Beni abartmayın. Abartılacak olan ben değilim. Benim anlattıklarım, yazdıklarım. Benden önceki. Mesela...” dedi, “ben el-Cezerî’yi okuduğumda, el-Cezerî’nin yapmış olduğu çalışmaları hatırladığımda kendimi o kadar küçük hissediyorum ki... Onun yanında hiçbir şeyim ben” demişti. Yani hocanın özellikle yapmak istediği şey şuydu; geçmiş ve gelecek arasında bizim bilmemiz gerekenlerle alakalı bir iletken olma derdindeydi hoca ve bununla alakalı da sadece bizim değil Avrupa’daki insanların bile hocasının İslam Bilimler Tarihi külliyatını kendisinden önce yazmaya başlamış, hatta başlayan kişiler... İşte bu kurulan komisyon, UNESCO’nun kurmuş olduğu komisyonda ifade edildiği gibi “Bunu bir kişi, hele bir Türk, hele bir kişi asla yapamaz” diyen, denilen bir dönemden inanılmaz işler çıkaran bir Fuat Sezgin oraya çıktı.

Ne kadar dil bildiği değil ne kadar kendini bildiği

Ben sanatla uğraşmam dolayısıyla hocanın çok enteresan, estetik yönlerine de şahit oldum. Yani estetik dediğim, beyni, algısı çok yüksek bir insandı Fuat Sezgin. Nasıl diye örnek vereyim mesela, kitabı okuyuş biçiminden, kalem tutuş biçimine kadar. Kitaplar; kendisi aynı zamanda mücellit, sanırım Kahire’de bir ustadan almış bu eğitimi kendisi. Çok ciddi bir mücellitti hoca ve bu estetik; yani beğeni düzeyi o kadar çok yüksekti ki, algı biçimine ben şaşırıyordum bazen. Mesela kitaplarının renklerine kadar. Çünkü hocanın kendi yaptığı kitapların ciltleri belirli ilim dallarını temsil eden renkler ile ifade edilmiştir. Onun yanında hocanın kütüphanede mesela kitapları dizerken kitaplarının dizilmesini istediği ambiyansa bile dikkat ederdi. Mesela büyük kitapların, küçük kitapların, işte renkli kitapların, renksiz kitapların, işte dönem olarak aynı dönemde yazılmış kitapların, yabancıların kitaplarının, işte ciltlerinin benzer olanlarının yan yana olması gibi ve daha estetik ve güzel duyduğunu ifade ederek bunlara kadar dikkat ederdi hoca. Konuşurken özellikle. Yani şöyle söyleyeyim, inanmaz bir farkındalığı vardı. Hatta benim, çok küçüğüm, çok küçüktüm kendisinden, insanlar şaşırdı; yani Fuat Sezgin ismi ile bir şekilde yan yana gelmiş oturup sohbet etmiş konuşmuş insanların, büyüklerin, benden çok büyük olan insanların şu kelimelerine şahit olurdum; “Hoca seninle ne konuşuyor? Yani sen çok küçüksün, yani sen onun yani çocuğu yaşında bile değilsin.” dediklerinde ben hocada şunu fark etmiştim. Hoca sizin konuşmanızı, yani sizinle bir irtibat kuracaksa mutlaka bunu siz kendinizi ifade etmeden önce anlamış olurdu zaten. Neden? Çünkü muhatabını konuştuğu zaman etkilemesi, tesir altına almasının temel sebeplerinden biri şuydu; gönülden konuştuğu için konuştuğu yer karşısındakinin gönlüne gidiyordu. Yani eğer siz hoca ile kurduğunuz iletişim biçiminde gönlünüzden onunla irtibat kurduğunuzu ona fark ettirirseniz ki ve o da bunu fark ederse iletişiminizde hiçbir problem olmaz ve beni hocaya, Fuat Sezgin ismi dolayısıyla bazı çocukluklarım, bazı hatalarım olması dolayısıyla bir kez bile azarladığını, küçük düşürdüğüne, beni ikaz ettiğine bir kez bile rastlamadım. O inanılmaz, anlatılması çok mümkün değil bunun. Yani ben çok şaşırmıştım. Hatta ben bilimler tarihinde okumaya ve bu alanda ihtisas yapmaya ve bu alanda akademik bazı çalışmalar yapmaya başladım. Yani düşünün; hiç alakası yok, ben sanatla alakalı bir Rönesans temellendirmesi yapacağım ve şu anda ben Medipol Üniversitesi'nde bilim tarihi dersleri veriyorum. Bu alanımın dışında olması dolayısıyla benim için çok önemli. Yani bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Böyle tesiri olan bir insandı Fuat Sezgin.Hatta şöyle söylerdi hanım efendi, eşi Ursula Hanım’la alakalı konuşulurken eşinin ismini Ursula Hanım diye ifade edenlere “Ursula değil, Doktor Ursula” diye ikazda bulunurdu. Neden? Çünkü o bunlara çok önem verirdi. Neden? Çünkü Ursula Hanım’dan mülhem. İnsanların araştırma yaptığı, yazı yazdığı ve ter döktüğü alanlara saygı duymasını beklerdi. Çünkü hocamın kendi ifadesidir bu zaten, hocamın bu bilimler tarihi alanındaki başarısını; hemen hemen, yani birçoğu Ursula Hanım sayesinde gerçekleşmiştir. Kendisi bunun altını sürekli çizerdi.

Mesela şöyle bir şey var, şunu da özellikle belirtmek istiyorum; ben hocadan bir kez bile 17 dil bildiğini duymadım. Böyle bir şey duymadım. 27 dil biliyorum gibi bir cümle asla duymadım. Tabii, “Gazetecilerin abartması” diyor. Şuna dikkat etmek lazım, hocanın kaç dil bildiğini öğrenmek istiyorsa insanlar manipülasyon yapmalarına, ya da spekülasyon yapmalarına gerek yok. Hocanın eserlerini incelesinler. Hocanın verdiği dipnotlar, ki ben bunu yapıyorum, hocanın verdiği dipnotlar, hocanın edindiği kaynaklar, okuduğu kaynaklar, yazdığı coğrafya hocanın aslında ne kadar dil bildiğinden daha ziyade, ne kadar kendini bildiğinin bir ispatı ve benim için önemli olan hocanın kaç dil bildiği değil; hoca dil bilmeyi bir entelektüel övünme kaynağı olarak değil, bir problem çözme aracı olarak görüyor. Şöyle söyleyeyim, örnek vereyim; kapıda kaldınız, kapıyı geçmeniz gerekiyor, kapıyı açmanız gerekiyor ve karşıya geçmeniz gerekiyor. Hoca dili aynen o kapısında kaldığı veya kapısında kalma tehlikesi olan bilimler tarihi kapısını açmak için dil öğreniyordu. Bunun en büyük örneklerinden biri hocanın Amerika kıtasının Müslüman denizcilerin Christopher Columbus öncesi keşfi dolayısıyla çok kısa bir süre içerisinde, 50 yaşların üzerinde olmasına rağmen; Rusça, İspanyolca ve Portekizce öğrenmesine örnek verilebilir bu anlattığım.

İki Fuat Sezgin

Şöyle bir şey var; Türkiye’de benim görmüş olduğum, kendisi ile yapmış olduğum konuşmalarda kendisine de ifade etmiştim. Türkiye’de iki Fuat Sezgin var. Bir, mitolojik Fuat Sezgin; iki, realist Fuat Sezgin. Ben ikisinin birbirine geçiştiğini düşünüyorum. Ama bu geçişkenlik kendisini halen mitolojik bir kahraman olarak ve realist bir adam olarak, bir bilim tarihçisi olarak değil; bir alime dönüştürüyor. Yani mesela söyle söyleyeyim, ben çok küçüğüm, hoca çok büyük nasıl hocayla irtibat kuruyorum, ki hocayla irtibat kurmayı denemiş özellikle insanların sebebi nedendir bilmiyorum yaşamış oldukları bazı olaylar dolayısıyla böyle bir iletişim biçiminin kurulmasının mümkün olmadığını düşünüyorlardı. Ben bunun aksini her zaman, her an yaşadım bu ifadenin doğru olmadığını. Hoca iletişim biçimlerinde insanlara göre böyle çok yukarda, böyle Kaf Dağı’nın arkasında, böyle orda bulutlar üzerinde deneyler yapan bir mitolojik kahraman, bir mitolojik kişi gibi anlamlandırılıyordu. Diğer tarafta da çok sistematik, böyle çok demirden bir aurası olan ve bunun içerisine geçmesi mümkün olmayan bir insan algısı var Türkiye’de iki tane. Bunun ben ikisinin de çok hatalı tespitler olduğunu yakinen gözlemledim. Bunların ikisinin de dışında Fuat Sezgin karşısındaki insanı üzmeden, onu rencide etmeden ama karşısındaki insanın samimi olması; Fuat Hoca ile kurduğu iletişim biçiminde hocanın söylemeye çalıştığı şeylerin derdine düşen, bunları dert edinen insan olduğunu anladıktan sonra. Yani görüşmesini devam ettiriyordu ki ben kendisiyle görüştüğüm dönemlerde uzun süreler çalışmaya devam eden, sürekli okuyan, yazmaya devam eden, yazma eserler görmeye giden bir insandı. Bununla alakalı ben kendim zaten hocayla görüşmelerim esnasında hocayı yormamak için kendim gündemler oluşturup hocanın eserlerinde özellikle yazılmasını istediğim, insanların bilmesini istediğim meseleleri not edip, o meselelerle alakalı gittiğim günde gündem oluşturup, o meseleleri kendisi ile istişare ediyordum. Neden, ben o bilgiler bende kalsın istemedim. Ben sadece hocayla Rönesans ile alakalı, Atina Okulu ile alakalı ve sanatla bilimi uzlaştıran bir alanda sohbet yapmadım. Ben acaba hoca şu konuda ne düşünüyor diye düşünen, 70 milyon, 80 milyon ve dünyada bu konuyla alakalı merakları olan insanlar adına da hoca ile konuştum ve bununla alakalı birçok not ve kendisinden bilgi aldım ayrıca.

Alimler ölmez…

Bir de şunu söylemek istiyorum. Dikkat ettiyseniz ben konuşmam boyunca hocamdan hiçbir zaman, hiçbir an, rahmetli diye bahsetmedim. Vefat ettiğine dair tek bir vurgum olmadı. Çünkü benim için hoca... Yani Fuat Hoca’nın biz bir Müslüman olarak dünyada bu insanın nasıl yaşadığını, nasıl vefat ettiğini ve bu vefat anından sonra dünyada nasıl yaşadığını eserleri ile çok yakinen bildiğimiz için ve alimlerin ölmediğini yakinen bildiğimiz için ben hocamın sadece beden olarak dünyada olmadığını düşünüyorum. O yüzden ilmin başı sağ olsun diyorum.