BİLAL ERDOĞAN

"Kütüphaneme gidemiyorum, şu pencereden beni atsanız daha iyi."

Röportajlar

İlk tanışmamız aslında yurtdışında olduğum dönemlerde Sayın Ethem Sancak’tan aldığım bir telefonla başlamıştır, o zaman bugünkü vakfın başkanı olan Ethem Sancak beni aradı ve dedi ki sana bir teklifte bulunmak istiyorum. Dedim hayırdır inşallah. Prof. Dr. Fuat Sezgin diye bir adam var, dedi. İşte ondan sonra ilimler, bilimler tarihi ile ilgili çalışmalarından, 17 ciltlik eserinden bahsetti. 20'nin üzerinde dili konuşabilen anlayabilen bir bilim insanı olmasından bahsetti, onu anlattı. Gülhane Parkı'nın içerisinde Cumhurbaşkanımızla bir müze açılışını yaptık. Ondan sonra, “çok değerli bir bilim insanı, Türkiye'ye daha çok getirmeye çalışmamız lazım, Türkiye'deki insanlara anlatmak istiyor bu bilimsel çalışmalarını, Türkiye'de tanınmasını sağlamamız lazım. Çok kıymetli bir kütüphanesi var bu kütüphaneyi de Türkiye'ye getirmeyi düşüneceğine ben inanıyorum siz de bize destek verirseniz, bu çalışmaları çok daha güzel yaparız” diye düşünüyorum dedi. O zaman aklımdan geçen şuydu, “böyle anlattığı gibi bir insan olsa herhalde bir şekilde biliriz” diye düşündüm. İlk başta çok inanamadım doğrusunu söylemek gerekirse. Ondan sonra ben dedim gerekli istişareleri yaparım. Ondan sonra, İstanbul'a geldiğim zaman inşallah konuşuruz gereğini yaparız demiştim. Ve ondan sonra işte Sayın Cumhurbaşkanımızla da istişare ettikten sonra bu vakıfta ben de genel kurulu üyesi olarak görev aldım. Ama hoca ile ilk buluşmamız Türkiye'deki ilk vakıf genel kurul toplantısına benim Türkiye'de bulunduğum ana denk gelmesi ile gerçekleşti. Ben toplantıda uzakta oturuyordum yani Hoca'nın bulunduğu yere en uzak oturanlardan bir tanesiydim. Tabii yeni birisiyim orada vakfı da tanımıyorum normalde bilginiz olması lazım ki yakında oturmaya cesaretiniz olsun. Ve toplantıda çok karamsar bir hava vardı. Toplantının gündemi aslında hoca söz aldığında “o zaman bu vakfı kapatalım” bahsine getirdi.  Yani öyle de bir karamsarlığın olduğu bir toplantıydı. Ve toplantının gündeminde tabii öncelikle bir enstitünün kurulması meselesi vardı. Bunun dışında hocanın eserinin Almanca’dan, Türkçe’ye tercüme edilmesi meselesi vardı. Bir de Gülhane parkı içerisindeki müzenin tanıtılması ile ilgili daha çok insanın müzeye gelmesi ile ilgili bazı meseleler vardı. Ve bu meselelerin hepsini de belli gayretleri neticesinde zorluklar yaşanmış, çıkmaza girilmiş,  bir de tabi hocamızın önem verdiği bir şey daha vardı. Kendisinin Frankfurt'ta biliyorsunuz Goethe Üniversitesi bünyesinde akademik çalışmalarına başlamış Almanya'da ve seksenlerde de bazı Ortadoğu yatırımcıların, girişimcilerin desteği ile orada bir enstitü, bir vakıf kurmuş. Yani vakfın idame ettirdiği enstitü en alt katında bir müze var, aynen Gülhane Parkı'ndaki müze gibi. Onun daha daha küçük bir binada daha sıkı yerleştirildiğini düşünün. Onun dışında kütüphanesi var, derslikleri var vesaire. Burayı o zaman hayırseverlerin yardımlarıyla yapmış. Biliyorsunuz Amerika'da ve Avrupa'daki vakıf mantığında belli bir varlığın akarı üzerinden oranın idame ettirmesi vardır. Dolayısıyla hocamızın da enstitüsü o verilen bağışların akarıyla idame eden, devam eden bir enstitüydü. Buranın da öyle olmasına çok önem veriyordu. Biz, diyordu enstitüyü kurduğumuz zaman öğrencilere veya hocalara akademik teşvikler sağlayacaksak, bizim devamlı akarımız olması lazım ki biz devamlı birilerinin eline bakmayalım.  Böyle bir yaklaşım vardı. O toplantıda da bu ön plandaydı. Eğer benim Almanya'daki enstitüm kadar buranın varlığı olmayacaksa buranın akarı olmayacaksa o zaman bu vakıf yürümez diyordu. Ve o toplantının, işte hocanın “artık burayı madem yapmayalım artık kapatalım. Olmayacaksa ben Almanya'da çalışmalarıma devam edeyim” gibi bir noktaya gelince ben söz istedim. Dedim ki ilk defa toplantıya katılıyorum Ethem beyin davetiyle buraya katıldım. Ama şunu görüyorum ki bu vakfın çok net hedefleri var. Müzenin açılmış olması, binasının restore edilmiş olması başlı başına aslında ülkemizin hocasına sahip çıkışının bir anlamda, dedim. Enstitünün kurulması ile ilgili ben gerekli görüşmeleri yapayım. İşte o zaman Fatih Sultan Mehmet Vakıf üniversitesi söz konusuydu enstitünün kurulacağı üniversite olarak. Ben dedim hem üniversiteyle hem YÖK başkanımızla gerekli görüşmeleri yapayım, bakalım neden olmuyor, neden başlamıyor, neden adım atılamıyor? Ondan sonra bir de tercüme meselesi var, buna sahip çıkacak kurumlar var ülkemizde. Ülkemizdeki o kurumlarla gerekli ilişkileri sağlarsak bu tercümeyi başarırız, diye söyledim. Ondan sonra izin verirse bir şans daha tanıyalım kendimize bu vakfa. Bu meselelerde mesafe alamazsak pes etmeyi düşünelim, dedim.  Ve o toplantının sonunda hocanın yüzünün güldüğünü hatırlıyorum. Yani gerçekten yapabilir misiniz derdi, ona has bir ifade tarzı vardı. Gerçekten yapabilir misin Bilal bey, olur mu böyle falan derdi. Ondan sonra hamdolsun o günden bugüne geldiğimiz noktada, vakfımız varlık olarak hocamızın hayallerindeki noktaya gelmedi. Vakfımızın hala herhangi bir varlığı yok aslında ama enstitü kuruldu. Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi gerçekten çok sahip çıktı. Ve enstitümüz ilk lisans mezunlarını verdi. Yüksek Lisans Programı açıldı. İlk yüksek lisans mezunlarını da verdi.  Bugün doktora öğrencilerini aldı. Yani bu derecede enstitünün bir devamlılık kazandığını görüyoruz. Vakıf olarak biz  enstitüdeki öğrencilere burs sağlama konusunda hamdolsun bir aksama olmadan bunu sürdürmeyi başardık. Bu arada kitap tercümesi kolay olmadı. O zamandan beri birkaç deneme yaptık. Biraz farklı grupla bu tercümeyi yapmaya çalıştık. TÜBİTAK ve TÜBA ile bunu yapabilir miyiz diye görüşmeler yaptık. Bu eser hocamızın göz bebeği eseri, onun bütün akademik hayatının özeti bu eserinde. Dolayısıyla eserin çevirisi onun için hiç hafif bir mesele değildi. Yani acaba hakkı verilecek mi, düzgün yapılacak mı? Sadece birinci cildin tercümesi yapılabilmişti onu da o dönemde zaten neşretmiştik. Onun dışındaki ciltlerle ilgili böyle tamamının yapılabileceğini, böyle birkaç sene içinde olur diye düşünmüyorduk. Ama işte her sene 1, 2 cildi yapabilirsek sonunda 6, 7 senede bitiririz diye düşünüyorduk. Ama sağolsunlar İstanbul Üniversitesi hocamızın aslında Türkiye’den gönderildiği üniversite olan İstanbul Üniversitesi sağolsun, rektörü Mahmut hoca da Fuat hocamızı tanıyan bilen, öğrencilik yıllarından beri seven birisi olduğu için sahip çıktı sürece. Zaten İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatındaki gücü ile ortak ekip olarak geldiler bu konuya yanaştılar. Biz bunu üstleniyoruz dediler. Biz de sponsor aracılığıyla bunun finansal karşılığını oluşturarak İstanbul Üniversitesi'nin Alman Dili ve Edebiyatındaki ekibi ile bu tercüme yapabileceğimiz gördük. Hocamız çok mutlu oldu. Yani adeta düşünün ki size Türkiye'de akademik çalışmalarınızı sürdürme imkanı vermeyen kurum geliyor sizin akademik hayatınızın eserini Türkçe diline kazandırıyor. Aslında kaderin çok anlamlı cilvesi diyelim.  Yani keser döner sap döner derler ya o çeşitten yani. Dolayısıyla o anlamda da bizim kontrolümüzde olmadı. Biz TÜBİTAK yapar mı, TÜBA yapar mı acaba diye düşünüyorduk. İstanbul Üniversitesi aklımıza gelmemişti aslında. Ama İstanbul Üniversitesi bunu öyle bir üstlendi ki herhalde 2,3 yıl içerisinde tamamen bitirmiş oluyoruz.

Ekip olarak ciltleri aralarında paylaştılar çünkü. Tek bir editör elinden o ciltler arasındaki dil birliğinin temin edilmesi görüşüldü. Onun dışında birçok Arapça ifadenin de yer almasından dolayı ayrıca Arapça ile ilgili edisyon kritik yapılması ile ilgili bir ekip kuruldu. Hatta şunu bile yaptık, 17 ciltlik bir eserin sonuçta belli bir miktarda basılması ciddi bir kağıt anlamına da geliyor. Ciltler arasında farklı kağıt durumu olmasın iste sonradan aynı kağıdı bulamama durumu ile karşılaşmayalım diye ciddi bir kağıt siparişinde baştan bağladık ki bütün cisimler aynı kağıtla basılsın. İlk baskı tamamen aynı güzellikte aynı şekilde olsun diye planlarımızı yaptık.

“Milleti” ile arasındaki o buruk sevgi onarıldı

Hocamızın bütün eserleri tabi bu 17 ciltlik eserin dışında da çıkan bazı eserleri olmuştu çeşitli zamanlarda, çeşitli yayıncılardan.  Hatta İngilizce’de ve başka dillerde çıkan versiyonları da olmuştu. Bunların tamamının telfini hocamız hayattayken vakfımıza bırakmıştı. Sağolsun hocamız vakfa da gözü gibi baktı. Aslında şunu söylerdi. Ben Frankfurt’ta Bilimler tarihinin devamını göremiyorum diyordu. Yani bunun merkezi İstanbul olmalı. Çünkü özellikle İslam Bilim Tarihi dediğimiz yani bilimler tarihine Müslüman bilim insanlarının katkıları dediğiniz alan İstanbul merkezli bir Dünya’dan bahsediyoruz. Yani Bağdat'tan Endülüs’e kadar aldığınız zaman İstanbul hepsinin aslında göbeğinde olan bir şehir. Müzenin burada olması daha sonra kütüphanenin burada olmasıyla da enstitünün kurulması ile de hocamızı her geçen yıl biraz daha kazandık. Yani müzeyi gördüm, ondan sonra aksamalar olunca yine morali bozuldu. Kütüphanenin başlamasında bazı aksamalar yaşadık, kızdı, biraz üzüldü, sonra kütüphanemde olduğunu gördü yeniden çok mutlu oldu. Enstitü mezunu olan gençlerle, çocuklarla her ramazan İftar sofrasında buluşurduk kendisini.  Onun dışında İstanbul'da olduğu zamanlarda bu kütüphanenin içerisinde öğrencilerle bizzat  oturup sohbet etti. Mesela bizim biliyorsunuz Almanya'dan bir kısım kitabın hocamız getirdiği İstanbul'a o kitapları tasnifi sürecinde hocamız  öğrencilere bizzat kitapları nasıl gideceklerini bizzat kendisi anlattı. Hocası Helmutt Ritter’le arasında Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesine gidip o kitapların hangi yüzyıla ait üzerinden hocasıyla arasında devamlı bir  eğitim sürecine anlatırdı. Yani kitabın neresine bakarak nasıl onun ne zaman yapıldığını bazen kitabın kendisinden anlayabiliyorsunuz. Bazen o kitapta geçen bilgilerin hangi eserlere referans verip vermediğine bakarak anlayabiliyorsunuz. Sadece kitap tasnifinden bile aslında öğrencinin bilim tarihindeki ustalığını, uzmanlığını artırma söz konusu ve bunu bizzat hocamız Helmutt Ritter’den edindiği tecrübeyi öğrencilere aktararak yapardı. Yaptığı sempozyum, panel, konferanslara gençlerin katılımını gördüğü zaman çok mutlu olurdu. Yani hayatının tahmin ediyorum, en mutlu yıllarını şu içinde bulunduğumuz kütüphanede yaşadı. Çok az bir zamandı ama diyorum ya, o milletim derdi. Hocamızın kendi ifadesi “milletim” derdi.  Yani milleti ile olan arasındaki o buruk sevgiyi ilişkisi sanki bu son yıllarında onarılmış oldu. Onun için biz vakıf olarak tabi ki bir yandan üzerimize düşeni yapmış olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Çünkü bizim gündemimiz hep şöyleydi. Hocamız ve eşi Ursula hanım ne istiyorsa onu yapmak.

Hoca’nın el konulan kitapları

Bu vakfın adının Fuat Sezgin, kütüphanenin adını Fuat Sezgin Kütüphanesi olmasının bir anlamı var. Yani burada İslam Bilim tarihine çok büyük hizmet etmiş o bilim tarihi literatürünün oluşturulmasında birçok akademik meselenin aslında netleştirilmesinde, değerlendirilmesinde büyük hizmet vermiş bir insan söz konusu. Onun yanına dahi yaklaşabilecek başka bir bilim insanı yok şu an hala bizim coğrafyamızda. Dolayısıyla bütün bu hayat içerisinde bir burukluk var. Nedir bu? Türkiye’den gönderilmiş olması, yani Türkiye'de o 147’likler hikayesi ile gönderilen böyle büyük bir bilim insanı, adeta kendimizi affettirmeye çalışıyoruz. Öyle bir motivasyonla biz buna yaklaştık. Hocamızı mutlu edelim de ne olursa olsun. Hep hocamızın istediği gibi, eşinin istediği gibi olsun bütün kararlarımıza böyle yaklaştık. Şimdi de kendi hocamızın irtihalinden sonra da eşi ile Ursula Hanım’la aynı şeyi gütmeye çalışıyoruz. Yani mümkün olduğunca Ursula hanıma soruyoruz. Tabi ki Ursula hanım da hocamızın vefatından sonra çok üzgün. Bir yandan kendi sağlık sorunları da var. Onu da ne kadar mutlu edebiliriz onun da gayretini veriyoruz. Bir yandan da kaldığı yerden bu işi tamama eriştirmek yani enstitümüzden doktora mezunlarını verip onların hocalıklarını görebilmek. Bu müzenin ve bu kütüphanenin hak ettiği ilgiyi görmesini sağlamak. Çünkü işte Almanya'da bir kitap meselesi var hocamız aslında ortada bizim açımızdan karışık bir durum yok. Çünkü hocamızla Kültür Bakanlığı arasında vakfımızın da içinde bulunduğu bir protokol var. Hocamızın imzasının, eşinin imzasını da olduğu. Bu protokolde hocamız Almanya’daki kitaplarını burada yapılacak kütüphaneye getirdiğini söylüyor. Biliyorsunuz protokolde tarafların yükümlülükleri listelenir. Orada taraf olarak hocamızın ve eşinin yükümlülüğü olarak o kitaplar var. Zaman zaman Frankfurt’a gittiğimizde bir gece kalacak şekilde giderdik. Hocamız bizi odasında ağırlardı. Bitki çayları ikram ederdi. Konuşurduk sohbet ederdik, uzun uzun otururduk.  Orada bize anlatırdı, işte bakın bu kitapların beyaz bantlı olanları şöyle, sarı bantları olanları şöyle, hangisi kendisinin, hangisi enstitünün, bantlı olanlar kendisinin, sarı bantlı olanlar enstitünün sanırım, bize anlatırdı. Bunun herkes şahidi. Hoca arabasına benzini bile enstitünün bütçesinden koymazdı.  O kadar titizdi ki vakfın, enstitünün parası konusunda, aynı hassaslığı bize de öğretti. Buradaki vakfımız konusunda da aynı hassasiyeti gütmemiz konusunda bizi her zaman uyardı. Böyle bir insan oranın malını buraya getirmeye zaten kalkmaz. Yani ailesini en çok rencide eden de bu olmuştur. Hoca demişti ki bana hırsız muamelesi yapıyorlar... Maalesef Alman otoriteler ile ilgili kendisi de Alman olan Ursula hanım çok ağır ifadeler kullanmıştı bu süreçte. O sürecinde sonucuna gelemedik tabi. İlk başta bu kitaplar hocanın mı, değil mi davası oldu. Ondan sonra bu kitaplar Almanya için bir kültürel miras mıdır, değil midir davası oldu. O süreçte hocamızın enstitüsüne kayyum atadılar, hocamızın enstitü ile ilgili karar vermesini engellemiş oldular. Çünkü hocamız enstitü kararıyla da o kitapları buraya gönderebilirdi. Kendi kitapları olduğu için buna gerek duymamıştı. Ama maalesef Almanya bu konuda bu tür engelleri çıkarınca  mesela kızı Hilal hanım ki çok sorumlu bir Alman vatandaşıdır. Almanya’da sevilen bir insandır. Kitaplarıyla, hayvan haklarıyla ilgili çalışmalarıyla. Hilal hanım bile çok anlamlı bir mektup yazmıştır. Bir kaç yerde yayınlandı. O mektupta anlatıyor anne ve babasının o kitaplar için ne kadar emek harcadığını. Ne kadar, bizzat ter döktüklerini. Bunların neden kendi mülkü olduğunu ve bunları neden İstanbul’a getirmek istediklerini. Hocamız bu akademik yolun İstanbul’da devam edeceğine inanıyordu. Kitapları buraya getirmeye karar vermesinin sebebi de buydu. Eğer burada bu ışığı görmeseydi zaten getirmezdi kitaplarını. Çünkü artık Frankfurt’ta kendisinden sonra bu işin devam edeceğine inancı kalmamıştı. Hilal hanım da bu mektubunda bunları anlatıyor. “Babam bunun İstanbul’da devam edeceğine inanmıştı, onun için bu kitapları İstanbul’a getirdi” diyor.  Şimdi yaklaşık bu kitapların üçte biri burada, bu kütüphanede. Geri kalan kısmının gelmesiyle ilgili bir hukuki süreç işliyor. Burada da bizim tek derdimiz hocamızın mirasının gerçekleşmesi. Biz vakıf olarak diyoruz ki hocamızın imzası var, eşinin imzası var,  o kitapların buraya gelmesi maksadıyla yapılmış bir protokol var. Biz buna sahip çıkmak zorundayız. Hocamızın hukukunu korumak zorundayız. Yoksa akademik olarak Almanya’da var olan bir varlığı buraya getirelim Almanya’da kalmasın. Biz dedik ki bu kitapların hepsinin mikro filmlerini Almanya’da bırakalım. Artık bugünkü şartlarda mikrofilmden çok daha üstün teknolojik imkanlar var. Hepsinin bir kopyası Almanya’da kalsın. Ama o kitapların fiziki olarak buraya gelmesi sahibinin vasiyetiydi. Biz bunu gerçekleştirelim.  Şu an da hukuki olarak çalışmalarımıza devam ediyoruz inşallah muvaffak oluruz.

Nesiller bu kompleksle yetişti

Şimdi benim hocamızla ilgili iki temel bundan sonra meselemiz olduğunu düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi elbette hocamızın akademik katkılarının daha çok insan tarafından bilinmesini sağlamak. O da nedir temelde, hocamız şunu söylüyordu. “Benim bu çalışmalarım, delillendirdiğim bilim tarihindeki Müslüman bilim insanlarının katkıları ile ilgili meseleler daha çok Müslüman tarafından özellikleri bilinmeli ki Müslümanların ve ümmetin özgüveni artsın. Yani biliyorsunuz batının Rönesans reformundan sonra yükselişi, endüstri devriminin yaşaması bilimlerde, teknolojide ileri gitmesi ve bizim geri kalışımız çoğu zaman kendi aydınlarımız tarafından, işte biz Müslümanız, o yüzden yani biz Müslüman olduğumuz için geri kaldık. Aslında Müslüman olmasaydık bizde bu treni kaçırmazdık, biz de Batı dünyası ile beraber inkişaf ederdik, geliştirdik”. Böyle bir kompleksle, maalesef nesiller yetişti Türkiye’de. Ve Müslüman dünyasında da sadece Türkiye'ye has bir durum değil bu. Müslüman dünyasının aydınları içinde de aynı görüş var.  Hocamız da buna karşı mücadele veriyordu.

Bugün, ilme ne kadar talibiz?

Şimdi Fuat Sezgin'i ben canlı kanlı gördüm onun nasıl çalıştığını, nasıl yaşadığını bizzat yaşadım, böyle bilim insanlarının olabileceğini gençlere aktarımı açısından Fuat Sezgin’i tanıtmamız lazım. İlme talip olan herkes için önemli insan. Yani bilimlerle hayatını geçirmek isteyen, bilimlere katkı sağlamak isteyen herkes için Fuat Sezgin mükemmel bir örnek, yani günde 17 saat çalışmasından çok az yeme içmesine kadar. Kendi kuruluşunun idamesi için yaptığı fedakarlıklarına kadar her yönüyle tanınması, bilinmesi gereken bir insan Fuat Sezgin. Vatanperverliği ile ülkesini sevmesi ile Müslümanları sevmesi ile aslında Fuat Sezgin’deki ümmet anlayışı bizim anlamamız gereken bir ümmet anlayışı. Bunu hayatına yansıtabilmiş Fuat Sezgin'in tanınması, bilmesi lazım. Maalesef bazen bakıyoruz, bu kadar parlak öğrencilerimiz var, bu kadar parlak sınavlarda iyi notları alıyorlar, iyi üniversitelere gidiyorlar, dünyanın en iyi üniversitelerine gidiyorlar. Peki neden içimizden bir filanca çıkmıyor, bir falanca çıkmıyor, işte bir Aziz Sancar’la ne kadar gurur duyuyoruz değil mi? Ama bunun çıkmasının aslında bir toplumda ilme olan bir saygı neticesinde belki geliştiğini görüyoruz. Öğrenci ile talebeyi karşılaştırın öğrenci ne demek öğrenme makinesi gibi bir şey öğrenci kelimesi baktığınız zaman etimolojik olarak. Ama talebe, içerisinde bir talep etme var. Acaba bizim üniversitelerimizdeki öğrencilerimizde o talep etme şuuru ne derecede var?  Fuat Sezgin’deki talebelik, hayatının sonuna kadar bir talebeyi görüyoruz. Aslında bir alim ama aynı zamanda bir talebe, sizin ne zaman ki talebiniz biter o zaman alimliğiniz de kalmaz aslında. Acaba bunun idrakine varabilmiş kaç tane hocamız var. Onun için Fuat Sezgin gibi bir insanın yaşadığını, günde gerçekten 17 saat çalıştığını, evinden sadece birkaç çorba ile enstitüye gidip günü geçirdiğini, Türkiye'den yanına gittiğimizde ona su böreği, simit vesaire götürdüğümüzde bizim götürdüklerimizi 2 haftada tükettiklerini biliyoruz. Yani böyle bir insan yaşamış. Şimdi işte Amerika'da filanca teknoloji şirketinin kurucusu günde 1 kere yemek yediğini anlatıyor, işte saat beşte kalkıp güne başladığını anlatıyor, işte iş yerine yürüyerek gittiğin anlatıyor, bunlara özeniyoruz. Kendimize ait, bizim içimizden çıkmış, bizim ecdadımızın yaptığı gibi o zamanın alimlerinin yaptığı gibi züht mertebesi diyoruz buna, hani bir zahit gibi hayatını tamamen ilme vakfetmiş. 17 saat çalışıyor. Frankfurt'ta evi, enstitüsü o zaman tren istasyonu ve havalimanı dışında hocanın bildiği ettiği yer yok. Hayatında gezmek yok, hayatında eğlenceli yok. Yani böyle bir insandan bahsediyoruz. Bu insanın böyle bir insanın varlığının hocalar tarafından, öğrenciler tarafından, akademisyenler tarafından bilinmesi Türkiye'nin yeniden bu alanlarda sıçrama yapmasını da önemli bir altyapı teşkil edecektir diye düşünüyorum. Bu da ikinci meselemiz, nasıl sevdiririz, bizim buradaki müzemiz yapıldığı zaman çocuk dostu olarak tasarlanmış bir müze. Şimdi bizim Kültür Bakanlığı ile görüşmelerimiz var. Sevdirmek küçük yaşta başlıyor. Yani yaşı ilerlemiş bir insana da Fuat Sezgin'in sevdirebilirsiniz ama onun sürdürülebilirliği daha az. Ama siz bugün bir ortaokul öğrencisine, bir lise öğrencisine, “böyle bir insan yaşadı, Müslüman bilim insanlarının birimler tarihindeki yerini delillendirdi, hayatını buna vakfetti. 94 yıl 17 ciltlik eserini yazdı. 18'inci cildini bitiremeden hayata veda etti”, böyle bir insanın varlığını anlatabilirsek, o çocuklarda bunu yerleştirebilirsek sanıyorum o zaman kalıcı bir yatırımı toplumumuza yapmış oluruz, bütün geleceğimize yapmış oluruz. İnşallah müzemizde bunu yapacağız.

İslam Bilim Tarihi seçmeli ders olamaz mı?

Milli Eğitim Bakanlığımızla, İslam Bilim Tarihi seçmeli dersinin olması ile ilgili bir talepte bulunduk. Daha sonra bu İslam Bilim Tarihi seçmeli dersi olursa bunun müfredatı kitabı nasıl olur, neler olur bunun içerisinde de bununla ilgili çalışmalar başladı. Bizim vakfımız bunlar da hep aslında bir aracı görevi görüyor gerekli kişilere bir araya getiriyor. Bu toplantılar yapıldı. Eğer ileride böyle bir seçmeli ders olursa sosyal bilimler liselerinde olsun, başka liselerde olsun ilgili öğrencilerin işte haftada 1 saatlik de olsa bu derse alması gerçekten o özgüven inşasına hizmet edecektir diye düşünüyoruz.

Bir küskünlük ve kazanma hikayesi

60 darbesi neticesinde 147 akademisyen üniversitelerden çıkarıldılar. O zaman hocamızın üniversiteden çıkarılması da muhtemelen abisinin senatör olmasından başka bir şey değildi. Abisi Kayseri cezaevindeydi. Darbeden sonra ve bu yüzden muhtemelen sadece üniversiteden çıkarıldı. Onun sonucunda da hocamız Frankfurt'taki akademik çalışmalarını orada sürdürdü. Orada aslında iki yönlü bakabiliriz bu işi hocamız Türkiye'de kalsaydı darbelerin gırla gittiği bir ülkede zaten akademik çalışmalarını hakkı ile yapamayacaktı. Bu yönüyle Frankfurt’ta olması olan aslında daha iyi kapılar açmış oldu. Dolayısıyla bir yandan böyle ama bir yandan da şunu görmemiz lazım demek ki toplumlara bazı şeyleri de değiştirmeye çalışmanın anlamı yok. Bu millet bunlarla çok uğraşmak zorunda kaldı. Yani bu millete 200 yıldır olmadığı şeyler dağıtılıyor, değiştirmeye çalışıyor, şekli şemali değiştirmeye çalışıyor. Bu millet devamlı mutsuz oluyor, huzursuz oluyor. Yüzlerce yıl mutlu, mesut, beraber yaşamış olan insanlar birbirlerini küstürülmüş oluyor.  Hocamızın gönderilmesi de öyle bir küskünlük hikayesi. Yani biz hocamızı kazanmayı başardık Allah'ın izniyle. İnşallah ülkemizde bir daha bu tür zorbalıklar, zorlamalar bu toplumun kendi dinamiklerinden bağımsız olarak değiştirme çabaları olmaz diye de düşünmüş olduğunu belirtmek istiyorum.

Mecit Bey olmasa idi, hocamızı kazanamazdık

Hocamızın son günleri hastanede geçti, son haftaları diyelim belli bir süre aldı bu hastane süreci. Şimdi hocamız burada kütüphanede kalırken bir iki kere bazı sıkıntılı şeyleri oldu. Aslında beyinde pıhtı atması türü bir şey yaşamışız, yani kriz yaşamışız ama kendisi aslında hiçbir zaman doktora gidip kan bile vermek istemeyen bir insan. Hiçbir zaman hasta olup bu işlerin bittiğini düşünmek istemeyen bir insan. Dolayısıyla biz ona işte doktora gidelim, doktor getirelim dediğimiz zamanda hep direniyor. Biz de zorla bir şey yaptırmak istemiyoruz. Bir yandan eşi var bir yandan kendisi gayet aklı başında bir insan, güçlü bir karakter. Dolayısıyla bu hastaneye gitme, doktora gitme, muayene etme işlerine çok zorlanırdık, yani burada bulunduğu dönemlerde de. Ama bir gün yine bir haber aldım ben de epeydir görememişim, panikledim hemen yanına gelmeye ihtiyacı hissettim. Mecit beyler vakıf başkanımız buradaydı. Asıl hocamıza evlatlık eden Mecit Bey olmuştur yani. Türkiye'de bulunduğu zaman da, hastanede bulunduğu zaman da, ne zaman Türkiye'ye gelse her gün yanında bulunmuştur. Hastaneden önce de her gün yanında bulmuştur. Gerçekten Mecit Bey olmasaydı biz hiçbir zaman hocamızın gönlünü kazanamadık diye düşünüyorum, gönül rahatlığıyla bunu söyleyebilirim. Allah kendisinden razı olsun.

“Kütüphaneme gidemiyorum, şu pencereden beni atsanız daha iyi”

Buraya geldiğimde baktık doktor, hemşire vesaire geldi ve hastaneye gitmemiz lazım dediler. Yani kesinlikle beyin tomografi çekilmesi gerekiyor. Ne olduğunu görmemiz gerekiyor. İstemiyor elbette ama ben de geldim ikna ettik, beni biraz severdi, işte nazımız geçerdi. Ondan sonra hastaneye gittik hastanede çok hoş olmayan bir tablo ile karşılaştık. Kalması lazım, dediler. İlk gün aslında hastaneye geldiğinde ona bir bakım yapılınca, biraz böyle izzet ikram olunca çok mutlu oldu. İlk günkü ifadesi, “sanki cennetteyim” dedi, gerçekten hastaneye yattığı gün çok mutluydu. Öyle olunca biz de mutlu olduk yani. Hani bu kadar direniyor hastaneye, doktora vesaire, çok şükür mutlu mesut hastaneye yattık diye. Ama ondan sonra her geçen gün yine Mecit Bey her gün yanında, ben inanın iki üç günde bir gidemiyorum aslında. Ama haftada bir gitmeye çalışıyorum. Ama şimdi bir yandan Ursula hanım kendisi de yaşlı bir insan, kendisinin hocaya bizzat bakmasını zorlukları var. Kendi başımıza bir karar almak istemiyoruz. Ursula hanımın da katılmadığı hiçbir karar almak istemiyoruz. Hocamız hastaneden çıkmak istiyor, hocamız devamlı kütüphanesine gelmek istiyor, dışarı çıkmak istiyor. Mesela maalesef kısmi felç olduğu için yutkunma sorunu var, yeme sorunu var ama kendisi de yemek istemiyor. Çünkü diyor ki, ben hayatımda yemek yiyerek gelmedim ki diyor. Ben sağlığımı diyor, yemek yememeye borçluyum.  Hocanın bunu dediğini hastanedeki günlerinde bunu söylüyor, bize de kızarak söylüyor. Ben yemek yemediğim için sağlıklıyım bugüne kadar beni niye zorla yedirmeye çalışıyorsun. Hocam kilo kaybetmeye başladınız, kilo kaybetmemeniz için bir miktar da olsa yemeniz lazım. “Eğer beni kütüphaneme götürürseniz yerim. Ben koca profesörüm beni nasıl irademe karşı olarak burada tutarsınız”. Yavaş yavaş iştahsızlaşmaya başladı. Ursula hanım da tamam götürelim, demediği için biz de götürelim diyemiyoruz. Zorla götürmek istemiyoruz, üzmek istemiyoruz. Bir yandan çok zor yani karar verme durumunda olmak zor, hastane kesinlikle gitmesine izin vermiyor çünkü burada kendi başına beslenmeye başlamadıktan sonra, bu kilo kaybını önleyemedikten sonra, bizim serumdan bağımsız olarak göndermeniz mümkün değil diyorlar. Buraya getirin, kütüphanede aynı teşkilatı oluşturalım dedik. O zaman da acil bir durum olduğunda kaç dakikada buraya getirebileceğimiz hayatiyet kazanıyor dediler. Bütün bu zor kararların içerisinde hocamız hastanede ilk günlerinde, kendi ifadesiyle bedbaht idi, hani ilk yaptığında sanki cennetteyim dedi ya, sonraki günlerinde bunlar benim hayatımın en berbat günleri dedi. Hatta şuna varacak kadar, “şu pencereden beni atsanız daha iyi” filan yani, bir yerde bana kızdığını hatırlıyorum. “Yoksa sen de mi bunların dediklerini yapıyorsun” dedi. Hastane günleri çok zordu. Mecit Bey'den Allah razı olsun.

Hoca’nın son nefesime kadar çalışma azmi bitmedi. Allah rahmet eylesin.