ALİ DERE

“Maddiyatı düşünmeyeceksin, kendini sadece ilme vereceksin, sana bir ay müddet”

Röportajlar

İlk tanışmamızdan başlayalım. Kıymetli Fuat Sezgin Hocamızı öğrencilik yıllarımızda derslerimizden, hocalarımızdan, kitaplarımızdan okuyarak zaten tanımıştık. Büyük hayranlığımız vardı, takdirimiz vardı hocamıza. Daha sonra asistan olduğumuzda, erken dönemde, hocamızı tanıyan kendi fakülte hocalarımızdan da sıkça hocamızın çalışmalarından bahsedilir, onları dinlerdik. 1988 senesiydi, bir gün eve geldiğimde baktım kapıda bir pusula yapıştırılmış. Kıymetli İsmail Cerrahoğlu hocamız bana hitaben evine gelmemi, benimle bir konu görüşmek istediğini belirtmiş. Ben bunun üzerine merak ederek hocamızın Bahçelievler'deki evine gittim. Hocamız dedi ki “Fuat Sezgin Ankara'da kendisiyle bugün görüştük”. Sohbet etmişler, çalışmaları ile ilgili konuşmalarda bulunmuşlar ve Fuat Sezgin hocamız Cerrahoğlu hocamıza “Sizin fakültede hem Arapça hem Almancası olan, genç, Almanya’ya götürebileceğim, yanımda çalışabilecek, asistanlık yapabilecek arkadaşlarınız var mı, asistanlarınız var mı” diye sormuş. Hocamız da o dönem fakültemizde Arapça ve Almanca bilen 2 asistanımız olduğunu söylemiş, onlardan biri de bendim. Bunun üzerine Cerrahoğlu hocamıza Fuat Sezgin Hocamız “O zaman o arkadaş bana gelsin” demiş. Cerrahoğlu hocamız, “Şu anda kendisi şu otelde kalıyor. Gidip kendisiyle görüşebilirsin, detayını o anlatacak” dedi. Ben bir heyecan ve biraz da endişe, merak içerisinde doğru Fuat Sezgin hocamızın kaldığı otele gittim, hocamızın buldum. Tabii ilk defa yüz yüze karşılaşıyoruz bunun verdiği bir heyecan var. Hocamızın sempatik ama vakur duruşu da söz konusu. Ben iyice heyecanlı bir vaziyette hocamızın ne söyleyeceğini dinlemeye başladım. Hocamız ilmin ne kadar önemli, zor ama kişinin aynı zamanda hiçbir şey düşünmeden kendisini ilme vermesi gerektiğinden bahsetti. Türkiye'deki ilim şartlarının çok kolay olmadığını, Avrupa'da bu imkanların daha iyi olabileceğini ve bana hayatının teklifi yaptığını söyleyerek “Maddiyatı düşünmeyeceksin, Türkiye'deki asistanlığından da ayrılarak, resmen istifa ederek Almanya’ya geleceksin ve kendini sadece ilme vereceksin ve bunları düşünmek için de sana bir ay müddet. Kararını (o zaman tabi teknoloji bugünkü gibi değil) bana ya telefonla veya bir mektupla bildir” dedi. Bunun üzerine ben müteakip günlerde hem sevinç, heyecan, biraz kararsızlık ve “Evet bu hayatımın teklifi ama bu ne anlama geliyor, nasıl değerlendirmek lazım?”. Bunu fakültedeki hocalarımla istişare ettim. Hocalarımızın bir kısmı “hiç bekleme hemen git” dedi, o dönem bölüm başkanımız olan rahmetli Talat Koçyiğit Hocam “ben tavsiye etmem, burada yetişmeni isterim” dedi. Kararsız kalan hocalarımız oldu. Neticede ben aynı şekilde kararsızdım ama bu kararsızlık hocamızın büyüklüğünden ve titizliğinden duyduğum bir endişe ve korkudan dolayı. Hocamızın bu teklifine ve beklentisine layık olamama endişesinden dolayı. Orta yolu ifade eden bir mektup yazdım hocamızın kendisine. Orada şunu söyledim, “Hocam bu benim için bulunmaz teveccüh, bir imkân. Ancak ben sizin beklentilerinize ve standartınıza uyup uymama konusunda büyük bir endişe taşıyorum. Şöyle bir yol izlesek; ben fakültemden izinli olarak yanınızda gelsem, siz benim çalışmamı, gelişmemi görseniz de ona göre bir sonraki adımını bu şekilde belirlesek” şeklinde bir mektup yazmıştım. Bir gün fakültedeydim hocamız telefonla aradı” Mektubun bana geldi, sen karar verememişsin” dedi. “Ben böyle kararsız bir asistan değil bütün bağlarını koparmış, kendini hiçbir şey düşünmeden kariyerdi, maddiyattı, paraydı, maaştı düşünmeden kendini ilme teslim eden birini arıyorum. Maalesef sen karar veremedin” dedi. Böylece biz bu fırsatı kaçırmış olduk.

“Bana zor insan derler”

Ondan sonra ben 1990 yılında bir burs vesilesiyle Almanya'ya gittim. Hocamızla gittiğim tarihlerde randevu alıp görüştük. Daha sonra orada doktora yapma imkânı oluştu. Almanya'da Göttingen Üniversitesi'nde doktora programına devam ettim ama bu zaman zarfında hocamızla sürekli bir iletişim içerisindeydik. Ve ben doktoramı tamamlayıp döneceğim. 1994 yılında hocamızın emirlerini, dualarını almak için enstitüde ziyaret ettiğimde, hocamız bana “Senin yetişmende çok bir katkım olmadı, katkım olmasını isterim. Sen şimdi Türkiye'ye git, bir müddet orada kal. Eğer Frankfurt'a gelip bizim enstitüde araştırma yapmak istersen seni buraya davet edelim” dedi. Ben Türkiye'ye geldim ve hocamızın bu nazik jesti üzerine yaklaşık bir buçuk sene sonra tekrar hocamızla irtibata geçip hocamızın resmi davetiyle Frankfurt’taki enstitülerine gittim ve 9 ay hocamızın bir nevi enstitüde araştırmacı ama bazı konularda da asistanlığı görevini yapma şerefine nail oldum. Fuat Sezgin hocamız zor bir insandı ve bunu kendisi zaten söylerdi. Biraz da tebessüm ederek “bana zor insan derler” derdi. Aslında gülüşüyle de bunu teyit ederdi kendisi. Farkındaydı ama onun bu zor insanlığı insani ilişkilerinden değil taleplerinden dolayıydı.

Gerçekten zamanın kıymetini bilen, zamanı değerlendiren, boş işe, boş vakit bırakmaya son derece kızan bir tabiatı vardı ve dolayısıyla bunu özellikle Frankfurt'ta kaldığım süre içerisinde gözlemleme imkanını buldum. Bunun sadece lafta kalmadığını gördüm. Zira Frankfurt’ta hocamızın enstitüsünde kaldığım dönem, çalıştığımız enstitü ile barındığımız misafirhane aynı binanın farklı kısımlarıydı ve gerçekten de hocamızı orada Cumartesi, Pazar, resmi ve dini bayramlar dahil takviminde hiç tatil günü olmadan enstitüye gelip çalışırken bizzat görmüş oldum. Hatta hastalık dönemleri oldu hocamızın, bazı rahatsızlık dönemleri oldu. Bu dönemlerde bile bazen ağrı kesici ile bazen doktor nezareti ile hala odasında çalışmaya gayret ettiğini görme fırsatım oldu. Bu da aslında Fuat Sezgin’e layık bir asistan olmanın aslında ne kadar zor olduğunu yakından görme fırsatı vermiş oldu bana. Fuat Sezgin hocamızın Avrupa'da özellikle Almanya'da geçirmiş olduğu ilim kariyeri ve çalışmaları özellikle İslam Bilim Tarihi ağırlıklıdır. Elbette İslam Bilim Tarihi içerisinde dönem olarak hocamızın çalışmaları açısından baktığımızda, elbette İslami ilimleri Temel İslam Bilimleri dediğimiz hadis, tefsir, fıkıh, tarih, tarih yazıcılığı, siyer, megazi gibi dönemleri de barındırmaktadır. Ancak hocamızın asıl dünya çapındaki şöhreti bir İslam Bilim Tarihçisi olması yönüyledir. Bu konudaki yaptığı eserler, çalışmalar ki bunların bir kısmı o dönemde Arapça'ya da çevrilmişti. İlk Kral Faysal adına konulan İslami Araştırmalar Ödülü verilmiştir hocamıza. Hocamız aslında bu ödülü, hem bu unvanı aynı zamanda belki oradaki bir ödül miktarını da devreye sokarak, Frankfurt'taki enstitüyü kurmaya karar vermiştir. Dolayısıyla birbiriyle ne kadar alakalıdır tam söylenemese de aslında bu Kral Faysal Ödülü hocamızın Arap dünyasındaki şöhretini biraz daha belirgin hale getirmiş ve hocamızın bu unvan ve tanınmışlıkla bu kez bir enstitü kurma düşüncelerine destek bulmasını kolaylaştırmıştır diye düşünüyorum. Dolayısıyla Fuat Sezgin Hocamızın özellikle Türkiye'de ve belki kısmen batıda Buhari’nin Kaynakları olarak yayınlanan doçentlik tezinden dolayı tanıdıklarını pek sanmıyorum. Zira bu kitap Arapça'ya çevrilmedi ve maalesef Arap akademik camiası da Türkçeyi bilmediği için bu kitaptan hakkıyla yararlanabildiğini düşünmüyorum. Dolayısıyla hocamızın Arap dünyasındaki şöhreti birinci derecede İslam Bilim Tarihi bağlamında gerçekleşmiştir.

1950’li yıllar Türkiye’sinde bir ilim adamının serüveni

Bilindiği gibi Türkiye'de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1949 yılında açılmıştı. 1950 yılında o döneminin hoca ve yönetiminin yetişecek akademik kadroyu, yetişecek geleceğin hocalarını tespit etmeye, bulmaya çalıştıklarını görüyoruz ve bu bağlamda 1950 yılı içerisinde fakültenin bir asistanlık duyurusu ilanı söz konusu ve o dönemde bu bölümün ismi bugün Temel İslam Bilimleri dediğimiz bölümün ismi Dogmatik İlimler Kürsüsü. Bu Dogmatik İlimler Kürsüsü iki asistanlık kadrosu ilanında bulunuyor. Elbette uzun bir ara geçmiş, İlahiyat Fakültesi Türkiye'de yok. İlk defa tekrar açılıyor 1949'da. Dolayısıyla ilanda diyor ki Edebiyat Fakültesi veya Dil Tarih Fakültesi bitirmiş olmak. Yani ilahiyat olmadığı için onu zaten zikredemiyorlar, İlahiyat mezunu Türkiye'de olmadığı için. Aynı zamanda eski metinleri okuyabilme şartı arıyorlar. Arapçayı bilme şartı isteniyor bu ilanda. Bir de batı dili şartı isteniyor. Fuat Sezgin hocamız İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin o dönem Arap ve Fars Filoloji bölümü mezunu olduğu için Edebiyat Fakültesi Filoloji mezunu. Arapçası gayet iyi, batı dili öğrenmiş Fransızca. Ve kendisinin de sıkça zikrettiği gibi ilmi disiplini Hellmut Ritter’den almış. Nasıl çalışılacağını hem metot olarak hem zaman olarak bu konularda etkilendiği bir hocası Hellmut Ritter. Hocamız o dönemde doktora çalışmasını bile belli bir noktaya getirmiş, neredeyse sonuçlandırmış. Kendisi o dönem İstanbul Üniversitesi'nin kütüphanesinde memur olarak çalışıyor. 1950 yılında böyle bir ilan yapılınca hocamız bu asistanlık kadrosuna müracaat ediyor. Hocamızın el yazılı dilekçelerini de biz dosyasında görebiliyoruz. Bu sınava katılmak istediğini yabancı dil olarak da Fransızcadan imtihana girmek istediğini belirtiyor. Hocamız sınava giriyor muvaffak oluyor. Ve böylece ismi o zaman Dogmatik İlimler Kürsüsü asistan adaylığı gibi olsa da netice itibarıyla Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin ilk tefsir asistanı Fuat Sezgin hocamız oluyor. Kürsü başkanı yine merhum kıymetli bir hocamız Tayyip Okiç. Fuat Sezgin Hocamız doktora tezini hem Arap dili hem de tefsir geleneği için önemli bir kaynak olan Mecazu’l Kur’an üzerine yapıyor. Mecazu’l Kur’an eserini çalışıyor, tahkik ediyor, inceliyor ama yöntem olarak tamamen bir akademik bilimsel yöntemler çerçevesinde bu çalışmasını hazırlıyor. Ve 1950 yılındaki bu asistanlık sınavına girdiğinde de doktora tezinin sonlarına gelmiş bir durumda. Bunu şuradan anlıyoruz, asistanlık görevine başlıyor yaklaşık 1 ay sonra fakülteye dilekçe veriyor. Diyor ki İstanbul Edebiyat Fakültesindeki doktora savunmam için bana izin verilmesi diyor. İzin veriyor ve hocamız doktora savunması için asistanlığından 1 ay sonra tekrar İstanbul'a gidip gelmiş oluyor. Dolayısıyla hocamızın aslında Ankara İlahiyata doktoralı bir asistan olarak akademik kariyerine ilk defa başlamış olduğunu söyleyebiliriz. Hocamızın resmi akademik ilk unvanı bu bilgiler ışığında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin tefsir asistanlığı olarak karşımıza çıkıyor. Bu askerlik dönemini çıkaracak olursak o dönemde askerlik bugünkü gibi kadro veya iş bir müktesep kabul edilmiyor. Ayrılıyorsunuz ama döndükten sonra tekrar bölümün müracaatı ile yeniden işlem yapılarak yeniden o kadroya atama yapılıyor. Hocamız da askerlik sonrası tekrar fakülteye asistanlık görevine atanması için dilekçe veriyor. Kürsünün, fakültenin ve üniversitenin uygun görüşü ile bu atama gerçekleştirilmiş oluyor.

Hocamız Ankara İlahiyata başladığında zaten doktorasını tamamlamış bir durumda ve anlıyoruz ki o dönemin akademik işleyişi içerisinde doktorasını bitiren asistanlar hemen bir doçentlik tezi çalışmaya başlıyorlar. Hatta bu doçentlik tezine başlayanlar üniversite tarafından belli bir ödenekle destekleniyorlar. Fuat hocamız aslında Ankara'daki asistanlık döneminde bir doçentlik çalışması üzerine yoğunlaşıyor ve bu çalışmanın ismi o dönemin belgelerinde geçen ismi ile “İslam Naslarının Tespiti”. Bu çalışma daha sonra şekillendikçe ve yayınlandığı haliyle “Buhari’nin Kaynakları” adını alıyor. Fuat hocamız Ankara'da bulunduğu dönem içerisinde fakültenin bir asistanın kürsü görevleri çerçevesinde neler yapılıyorsa o dönem bunları yerine getiriyor ama kendisi bireysel olarak bu konuyu çalışmaya başlıyor ve bu konuyu da epey bir noktaya getirdiğini şuradan anlıyoruz; İstanbul'a Edebiyat Fakültesine tekrar döndüğünden bir müddet sonra hocamızın bu doçentlik çalışması da tamamlanmış oluyor.

Bir de şunu söyleyelim; 1949'da tekrar açılan İlahiyat Fakültesi akademik kadrolarını oluşturma gayreti içerisinde bulunurken, anlıyoruz ki Fuat Sezgin hocamız da bu fakülteye başka hangi hocalar yurt içinden yurt dışından gelebilir, getirilebilir bu konularda idare ile dekanlıkla görüşüyor. Ve bu konuda fakültemiz o tarihlerde 53’lerde daha sonra Türkiye'ye gelen fakülteye hocalık yapan İstanbul'da da hocalık yapan Muhammed B. Tavit Tanci hocanın Ankara'ya gelmesinde de bir aracılık görevi yaptığını anlıyoruz. Dolayısıyla Fuat Sezgin hocamız yalnız kendisi değil aynı zamanda ‘bir akademik kadronun bu fakültede oluşması için kimler gelebilir?’ Bu konuda da zaman zaman devreye girmiş ve fakültemizin Tavit Tanci Hoca'nın Ankara İlahiyat İdaresi ile dekanlığı ile iletişimini Fuat Sezgin hocamız sağlamışlar ve bunun sonucunda da Biz Tanci hocanın Ankara'ya hoca olarak geldiğini biliyoruz. Fuat Sezgin hocamız İstanbul'a dönüyor ama ondan bir müddet sonra Tanci Hoca bu kez Ankara'ya bu fakültenin hocası olarak Profesör olarak geliyor ve göreve başlıyor.

“Bu kitabın künyesinin bu olması mümkün değil”

Frankfurt’ta hocamızın enstitüsünde bulunduğum dönemdeki benim için ayrıcalık olan husus; bazı konuları okudukça, araştırdıkça hocamızın vakti elverdiğince bunları müzakere etmek. Bazen hocamızın açtığı konuları dinlemek. Onun engin tecrübesini duyabilmek. Bu son derece büyük bir ayrıcalık olmuştu. Hocamızın ne kadar yoğun, titiz çalıştığını zaten söylemiştik. Hocamızın çalışma disiplini yanında hafızasının ne kadar güçlü olduğunu da bir örneğini beni şaşırtan bir örneğini bir vesileyle burada zikredebilirim. 1996 yılı, enstitünün Mütevelli heyeti üyeleri farklı kurucu İslam ülkelerinden gelmişler. Bunlardan biri o dönemin eski Suriye kültür bakanı. Hocamız enstitünün alt katında bulunan İslam Bilim Tarihi Müzesini gezmek isteyen eski bakana benim refakat etmemi istedi. Ben sayın bakana refakat ettim, birlikte tekrar bu müzeyi gezdik. Bu arada benim aklıma bir şey geldi; ben doktorada İmam Malik ve Muvatta üzerine çalışmıştım. Bu eserin el yazmalarını ve İmam Malik’in el yazmalarını mümkün olduğunca görmeye çalışmıştım. Ama o tarih itibariyle henüz göremediğim bir Muvatta el yazması vardı. Sureyt bin Said isminde bir ravisinin. Hocamıza dedim ki “Hocam bu Suriyeli bakanımız burada, bu kitap da Suriye Zahiriye Kütüphanesinde. Acaba bakana söylesek de bu eserin mikro filmini bize gönderir mi? Ben de bunun üzerinde çalışabilirim.” Hocamız tamam dedi. Künyesini tekrar yazıp bana getirin, ben bakana söyleyeyim, dedi. Ben çalışma odama gittim kitabı açtım o da hocamızın kendi kitabı. Bu eserin yerini, numarasını yazdım, hocamıza getirdim, hocamız koridorda ayakta, hocam kitabın künyesi bu, dedim. Hoca bana baktı, bu yanlış dedi. Bu numarada o kitabın olması, o yazmanın olması mümkün değil, dedi. Ben tabii hocamızın bunu nasıl bildiğini de bilmiyorum. Hemen gittim, hala doğru yazmışımdır diye biliyorum. Gerçekten rakamları yanlış yazdığımı fark ettim ve hala şu anda bilemiyorum. Hocamız o el yazmasını, o künyeyi, nasıl hatırlayabildiğini hala biliyor değilim.