MECİT ÇETİNKAYA

Fahrettin Bey, farkettirmeden hastaneyi buraya taşımıştı

Röportajlar

Sayın hocamızla tanışmam vakıf kurulurken 2010 yılında, 2009 yılında vakfın çalışmaları başladı kurulması için. O zaman kurucu başkanımız Sayın Ethem Sancak’tı, Ethem Bey vakfın kurucu başkanıdır. Kendisi vakfı kurarken, ben de mütevelli heyetindeydim, kurucu mütevelli heyetinden birisiydim. Hocamla tanışmamız vakfın kuruluşunda oldu, kuruluşunda başladı. O zamandan itibaren de tanışıklığımız devam etti.

Kütüphanede çalışmalarını yaparken rahatsızlandı. Yemek yememeye başladı, yataktan kalkamıyordu, zor bir durumdaydı. Fakat hiçbir zaman doktora gitmemiş, Almanya’da da gitmemiş doktora. İstanbul'a geldiğinde hiç doktora gitmiyordu. Hastaneden ve doktora gitmekten hiçbir zaman razı olmadı. Kendisine yalvarıyorduk “Hocam gidelim, bir serum taktıralım. Bir baksınlar şöyle işte neyiniz var, neyiniz yok.” Asla buna izin vermedi. Hastalığın enteresan bir de yapısı vardı, iki gün hasta yatıyordu, üçüncü günü iyileşiyordu. Yani kendine geliyordu. Fakat bir gün öyle bir hastalık yakaladı ki kendine gelemedi iki-üç gün. Sonra tekrardan bir toparlanır gibi oldu. O zaman sağ olsun şimdiki Sağlık Bakanımız Fahrettin Bey, kendisinden Allah razı olsun. Hocamızla çok ilgilendi. O zaman bakan değildi, kendisine rica ettik. Sayın mütevelli heyetimiz Bilal Bey de rica etti, Sayın Bilal Erdoğan Bey de. Hastaneye gitmeyen hocamızın yanına hastaneyi taşıdı Fahrettin Bey. İki araç dolusu aletler geldi, fakat bütün bu zorluklara rağmen hocamızı razı etmek de zordu. Sonra hocamızı bir ziyaret etmiş gibi Fahrettin Bey çok hocamıza yumuşak davranarak, yavaş yavaş ilgi göstererekten... Ben Fahrettin Bey’in tanışmak için geldiğini söyledim önce, doktor olduğunu. Sonra Fahrettin Bey’i hocam da sevdi. Sevince “Hocam bir nabzınıza bakalım, ben işte doktorum. Hastanem var bakın.” diye. Halbuki bütün tesisat aşağıda her şey. Sonra yavaş yavaş getirmeye başladık. Hocam tabii biraz şüphelenir gibi oldu, ama sonradan da bir şey diyemedi. Fahrettin Bey’e olan saygı ve sevgisinden dolayı ve orada ilk tedavisini oldu hoca. Kan aldık falan, ilk defa daha bir doktorla yüz yüze geldi hemen hemen bildiğim kadarıyla ki kendisi öyle söylüyordu. Sonra orada bu tedavi edilemeyeceği, yani durumum biraz kritik olduğu, hastane yatırmamız gerektiği söylendi. Sağ olsun eşi Dr. Ursula Hanım, Ursula Sezgin hanımefendinin de gayreti ile hocayı ilk defa hastaneye götürdük ambulansla. Ben ambulansta hocanın arkasında, yanındaydım. Hoca maalesef çok tedirgindi ama hastaneye götürdüğümüzde tomografilerinde, röntgenlerini çektirdiğimiz zaman biraz kendine geldi. İlaçlar verildi. “İyi ki gelmişim” dedi. Çok memnun kaldı öncelikle. İki-üç gün sonra artık orada sıkılmaya başladı ve sürekli aklı kütüphanedeydi. Kitapların kokusuna alışmış, kitapların kokusunu hissetmeye alışmış bir insanı, çalışmaya alışmış bir insanı orada tutmak çok zordu. Biz hastanede kaldığı süre içerisinde gerek Bilal Bey gerek ben gerek Fahrettin Bey gerek hasta bakıcıları, hemşireler çok zorluk çektik, gerek Ursula Hanım. Hastaneden devamlı çıkmak istiyordu. “Beni götürün.” diyordu, her gelene “beni götürün.”  Ama gidecek takati yok. Gidecek gücü yok, ama devamlı kütüphaneye gitmek istiyordu. Maalesef ağırlaştı, vefat edene kadar kendisini kütüphaneye götüremedik. Çünkü riskliydi.  Eşi Ursula Hanım da buna izin vermedi ve hastane serüveni maalesef böyle bitti, ama bu hastanede yattığı süre içerisinde hemen hemen her gün Bilal Bey uğradı.

“Bir Cumhurbaşkanının oğlu benim çorabımı giydiriyor, nasıl bir şey bu”

Sayın Bilal Bey ve eşi hanımefendi devamlı uğradılar. Bilal Bey, şöyle bir olayı, unutuyorum, Bilal Bey çoraplarını getiriyordu hocanın. Çoraplarını giydirirken, tabii kendisini gücü yok, dedi ki “Ya bir Cumhurbaşkanının oğlu benim çorabımı giydiriyor, nasıl bir şey bu?” dedi. Çok değişik duygular içindeydi. Sayın Bilal Erdoğan da çok mütevazi bir insandı. Burnunu siliyordu kâğıt mendille, ağzını siliyordu, çoraplarını giydiriyordu, ayakkabısını giydiriyordu. Gerçekten güzel, duygusal bir sahneydi. Kendisi de bunun farkındaydı. Hiç unutmuyorum, “Ya bir Cumhurbaşkanının oğlu benim çoraplarımı giydiriyor.” dedi. Hastanede zannediyorum, üç aya yakın bir zaman kaldık galiba. İki buçuk, üç aya yakın bir zaman kaldı. Eşi Dr. Ursula Hanım hastane odasından hiç ayrılmadı üç ay boyunca. Bir tek gün, bir tek saat, bir tek dakika yanından ayrılmadı. Devamlı yanındaydı, başucundaydı. Eğer hoca üç sene yatsaydı, üç sene o odadan çıkmazdı hanımefendi. Hocamızın da eşine karşı çok büyük bir saygı ve sevgisi vardı. Hasta yatağında hiçbirimizi dinlemezdi. Çünkü iğne olacak, kan alınacak, serum takılacak bunların hiçbirisini istemezdi. Büyük tepki gösteriyordu hemşirelere, doktorlara. Ama Ursula Hanım olursa, Ursula Hanım’a çok tepki veremiyordu. Onun olması bizim işimizi kolaylaştırıyordu. Yemek yememeye başladı hiç; çünkü yemek yediği zaman ciğerine kaçıyordu yediği, soluk borusundan devamlı öksürüyordu, o da iltihap yapıyordu. Hastane zamanında onunla çok güzel ilgilenen, her şeyiyle ilgilen ama, hemşirelere, doktorlara ve özellikle de Fahrettin Bey’e şimdiki Sağlık Bakanımıza sonsuz teşekkür ediyorum hocamızın adına, ailesi adına.

Zor insan, özel insan

Esas en önemli özelliği ülke, vatan sevdalısı. Türkiye'yi ben bu kadar seven, bu kadar ülkesine değer veren, ülkesinde küçücük bir olay olsa bunu açısını hisseden ve bunu kendine dert eden, dert edinen hiç kimseye daha rastlamadım. Bunu da belki yurtdışında olmasının, yurtdışına gönderilmesinin de etkisi olabilir. Ama vatan, millet, bayrak sevgisi Fuat Sezgin hocada hepsi bütünleşmiş bir vaziyette vardı. Hem de en üst düzeyde olan şekilde vardı. Bunun dışında çok dürüst bir insandı. Çok muhteşem dürüst bir insandı, çok yardımsever, beylik severdi, merhametli bir insandı ama bilim konusunda asla kimseye taviz vermezdi. Çok hassastı o konuda. Mesela bir kitabında bir alıntı almış. Yani ben onu tam bilim adamı olmadığım için çok teferruatlı anlatamam. Ama sadece onun duygularını anlatmak için, karakterini söylemek için bunu ifade etmek istiyorum. Bir kitabını yazarken bir yerden alıntı almış. Alıntıda bir kelimeyi yanlış kullanmış, cümleye manada terslik de vermiyor. “Ben bu hatayı nasıl yaptım.” diye 60 sene unutmamış. “Ben bu kelimeyi nasıl buraya yanlış koydum.” diye. O kadar bilgiye, yazara, bilim adamına değer veren, insanlara değer veren bir insandı gerçekten. Onu hiç unutmuyorum. Zor bir insandı hoca. Gerçekten zor bir insandı, çabuk sinirlenir yani çabuk sinirlendiği gibi de haklı olarak sinirlenir. İnsanların, yani insanların ona karşı tavrından, konuşmasından insanların da ölçüsünü bilir. Yani ne kadar bilgili olup olmadığını da anlardı. Yani, bunu da bilirdi. Kime, neyi soracağını; kimle ne yapacağını gayet iyi bilirdi. Çok akıllıydı, yani hoca büyük bir bilim adamlığının dışında diğer hangi konuda olsun çalışacağı her konuda da başarılı olabilirdi. Benim vakıfta başkan olmamın en büyük nedenlerinden birisi Sayın Bilal Erdoğan Bey bana şunu söyledi, dedi ki yani, “Hocamızın yapısı belli, bilim adamları yanında kaldığı süre içerisinde onlarla çok geçinemiyor. Çünkü onların hatalarını, yanlışlarını buluyor. Hocamı bu da rahatsız ediyor. İnsanlar da yanında duramıyor hocamın. Çünkü devamlı sabredip çalışması lazım. Her dediğini yapması lazım, hocamın dilekleri de istekleri de bilim doğrultusunda. Kendi isteği değil bu. Yani, vakfın doğrultusunda, vakfın işi, müzenin işi bunlarla ilgili bitmiyordu. Sen yumuşak yüzlüsün, işte biraz daha güler yüzlüsün, hocama sahip çıkarsın. Hocam senden mutlu olur. Her ne kadar bilimle ilginiz olmasa bile... Yani kısacası hocamın “kaprislerini” çekebilirsin. Bunu lütfen sana teklif ediyoruz vakfın başına geç.” dediler bana. Ethem Bey de vardı. Çünkü Ethem Bey de vakıftan ayrılmıştı o ara. Ama vakfın kurucusu da Ethem Bey'dir. Yani vakfın kurulmasında, vakfın bu duruma gelmesinde, hocamızın vakfın kurulmasında öncülük etmesinde en büyük etkenlerden biri de sayın kurucu başkanımız Ethem Sancak’tır.

“Dünyaya bir daha gelsem…”

Tabii bu, deminki sözü bir tamamlayayım istiyorsanız. Bundan dolayı beni vakfın başını getirdiler. Ben o günden bugüne bilim adamı olmamakla beraber, hocamın yanında bir bilim adamı gibi, ama bilime sahip olmayan bir bilim adamı gibi hocamın bütün isteklerini; ne yapmak istediğini, yani hocama yardımcı olmak için elimden gelen her şeyi yaptım. Zamanımı verdim, işi gücü bıraktım, her şeyi bıraktım ve hocamla çalışmaya devam ettim. Bu arada kendimle ilgili şunu söylemek istiyorum, hocamla kaldığım süre içerisinde bilimin ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Ben 1970'li yıllardan beri çalışan birisiyim. Yani 18 yaşından beri devamlı çalıştım, hep çalıştım. Tabii ki çalışmamın ülkeme de faydası olmuştur, bana da faydası olmuştur, katkı olmuştur. Ama ben benim çalışmamın, benimle ilgili yaptığım çalışmaların ve iş adamlılığının hocamınkisinin yanında çok boş olduğunu anladım. Yani hocam bana o kadar çok şey öğretti ki, eğer bir daha dünyaya gelsem ben bilim adamı olmak isterim. Yani diğer bütün kazançların boş olduğunu, gerçeğin bilim olduğunu, İslam bilimi ve bilim olduğunu gösterdi hoca. Öğretti bize. Onun için tekrardan söylüyorum, yani bir daha dünyaya gelsem hiç böyle beceremeyeceğimi bildiğim halde bilim adamı olmak isterim. Vakfın özellikle, vakfın kuruluş amacına gelince, vakfın kuruluş amaçlarından tabii en önemlisi hocamın bilim adamlığını dünyaya tanıtmak bir sefer. Yani İslam bilim tarihini dünyaya tanıtmak. Hocamın tek bir amacı var, esas en önemli amacı; burada zaten bir sözünde söylüyor. Bir sözü var, o sözü de zaten biz ofislerimizde bir çerçeve yaptırdık, elimizden geldiği kadar çoğaltmaya, göstermeye çalışıyoruz. “Müslümanlar bilimler tarihindeki yerlerini bilmedikleri için Avrupalılar karşısında büyük bir aşağılık kompleksi içindeler.” diyor hocamız. “Benim amacım onlara atalarının bilimdeki gerçeklerini, gerçek yerlerini göstermek ve öğretmektir.” Yani şunu anlıyoruz ki hocam bilimin Doğu’dan Batı’ya gittiğini gösteriyor her şeyden önce. Müslümanlardan bilimin Batı’ya gittiğini ve Batı’nın bunu çok iyi kullandığını, ama bizim Batı’nın bunu kullandığı tarihlerde de Müslümanların çok geride kaldığını, sonra bu bilimden Batılılar çok daha fazla istifade edip Müslümanları çok geride bırakıp, yani Doğu’yu çok geride bırakıp çok ilerlediklerini gösteriyor. Buradaki hocamın amacı; biz gençlerimize, çocuklarımıza bilimdeki geçmişteki yerimizi öğretip; ileride de rahatlıkla bilim adamı olup bilimde çok ileriye gidebileceğinizi öğretmektir. Yani çocukları bu kompleksten kurtarmaktır. Ne derlerdi bizimkiler “biz antibiyotiği Batılılar icat etmese, yapmazsa bizim çocuklarımız zatürreden, tüberkülozdan ölecek ve biz Batı’dan alıyoruz.” diye. Halbuki bilmiyoruz ki onu yapacak bilgiyi de Doğu’dan aldılar. Ama biz bunu iyi kullanamamışız. Bun da kabul etmemiz lazım. İnşallah bundan sonra hocamızın sayesinde bunu bilimin Müslümanlardan geldiğini gösterebilmek, öğretebilmek ve bizim tekrardan bu bilme sahip olabilecek yeteneklerimizi açığa çıkarmamız gerektiğine gençlerin inanmasıdır.

“Ne zaman ki Cumhurbaşkanımız Fuat hocayı İstanbul'a Türkiye'ye getirdi, o zaman tanındı Türkiye’de”

Hocamızın vefatında Sayın Cumhurbaşkanımız, 2019 yılını Prof. Fuat Sezgin Bilim Yılı ilan etti. Bundan dolayı da vakfımız olarak, hocamız olarak, hocamızın ailesi olarak Sayın Cumhurbaşkanımıza gerçekten çok teşekkür ediyoruz. Bu çok güzel bir adımdı ve meyvelerini vermeye başladı. Müthiş meyvelerini vermeye başladı. Biz bir komite oluşturduk vakfı olarak. Bu komitenin başına da eski bir önceki dönemde Bilim ve Teknoloji Bakanlığı'nın müsteşarı olan ve bizim vakfımızda yönetim kurulu üyesi olan, şu anda da kendisi Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Ersan Bey’i, Ersan Aslan beyefendiyi, bu komitenin başına getirdik, organizasyonun. Kendisi ile beraber 100'e yakın üniversite ile bir protokol imzaladık. Yurtdışındaki sivil toplum kuruluşlarıyla protokoller imzaladık. Yurtdışındaki üniversitelerle protokoller imzaladık. 1000’e yakın icraat yapıldı, yapılıyor. Bunların hepsi çok önemli. Bunlar hocamızı tanıtan, işte biraz önce anlattığımız, gerçekten Müslümanlar tarihteki, bilimdeki yerlerini öğrenmek için atılan adımlardır ve bunlar da başarılı olduğumuzu zannediyorum. Bu konuda da Cumhurbaşkanımıza tekrar teşekkür ediyorum. Eğer bu adımı atmasaydık zorlanacaktık ama şimdi her birim Fuat hocayı anlatmak ve tanışmak için çaba sarf ediyor. Protokolleri yaptığımız bütün kurumlar çalışmalara başladılar. Hocam dünyada Türkiye'den daha çok tanınan bir insandı. Ama Sayın Cumhurbaşkanımızın sayesinde burada da tanındı gerçekten. Çünkü Cumhurbaşkanımızdan önce Fuat hocayı pek bilen ve onun faaliyetlerini anlatan kimse yoktu. Ne zaman Cumhurbaşkanımız Fuat hocayı İstanbul'a Türkiye'ye getirdi, müzeyi açtı, 2008 yılında müthiş bir müze açtı, 2010 yılında vakıf kuruldu, kütüphane açıldı. Bunlardan dolayı Fuat hocanın tanınmasında çok faydası oldu kendisine. Sağ olsunlar. Bu şimdi yapılacak olan bu organizasyonlar hocamızı tanıtacak hocamızın bütün şeylerini; şu ana kadar yaptıklarını, yapmış olduklarını, faydalı bütün işleri ortaya koyacaklar zaten. Bizi Hindistan'dan aradılar. Hindistan'da bir üniversite, hocamız ile ilgili program yapıyor. Bütün Doğu’daki üniversitelerin hocalarını, Doğu ve Batı’dakileri çağırıp bir organizasyon yapıyorlar.

18 ciltlik çevirinin serüveni

Hocam o esere GAS denilmesine biraz kızardı. Bizde Almancasına dilimiz dönmüyor. G-A-S diyoruz ona. Bu müthiş bir eser. Yani Müslüman bilim tarihinin bilinmesinde araştırılacak, çalışılacak en büyük eser bu. Bunu da zaten dünya otoriteleri kabul etmiş. Ama Almanca kaynak olarak. Almanca yazılmış bir eser. Hocam bunu Almanca yazmış. Almancadan Araplar, Arapçaya çevrilmiş. Arapçası var ve biz Türkçeye çevirememişiz bunu, çevirmemiz lazım Biz vakfı kurar kurmaz ilk hedeflerimizden birisi de bu eseri Türkçeye çevirmek oldu. Fakat ne kadar çalıştıysak çalışalım hocamıza Türkçeye çevrilmesini beğendiremedik. Hiçbir mütercim bulamadık bunu Türkçeye çevirecek olan. Mütercimlerin hiçbirisini hocam beğenmedi. İki sene uğraştık, iki sene sonunda birinci cildin Türkçeye çevrilişini nihayetinde kabul ettirdik hocamıza, sağ olsun. Daha bir tanesi Türkçeye çevrildi ve basıldı ve dağıtıldı. Biz vakıf olarak bütün üniversitelere ve kütüphanelere dağıttık bilinsin diye. Fakat arkasında daha 17 tane cilt var... 16 tane daha cilt var, 17 ciltlik bir eser bu. 18’inci cildi de hazırlarken hocam vakıfta zaten bu olaylar oldu. Vakfı kapattılar. Daha doğrusu kayyuma devrettiler hocamın elinden aldılar. O da ayrı bir konu konuşulacak. Bütün özel eşyaları ile birlikte. Sonradan biz hocamın sağlığında tekrardan İstanbul Üniversitesi'nde Sayın Rektörümüz Mahmut Ak ve çevirmen bir Mahmut hocamız daha var, Almanca Bölüm Başkanı. Beraberce hocamla yapılan bir toplantıda İstanbul Üniversitesi bunu yapmayı önerdi, hocam da kabul etti. Fakat hocamın yine o Türkçeye çevrilmesinde tereddütleri vardı. Sonra hocamla uzun uzun konuştuk razı etmek için Bilal Bey ile birlikte. “Hocam...” dedik, “çevirelim, yaptırsın sonra tekrardan siz bunun düzeltirsiniz. Basmayabiliriz de.”  Öyle razı ettik hocayı.  Hoca razı oldu ama hocanın eğer gücü olsa, onları kontrol etmeye kalksa beğenmesi çok güç. Çok da zor bir eser. Yani bir roman gibi değil ki çeviresiniz yani. Sonra İstanbul Üniversitesi bunu sağ olsun başarıyla tamamladı. Şimdi 17 cildin tamamının 1-2 tanesi kaldı Türkçeye çevrilmesi. Türkçeye çevrildikten sonra bunun dizi işleri var, ondan sonra bir sürü işlemleri var. Onlar yapılıyor. Sadece Almancadan Türkçeye çevirmek de olmuyor. Çevirmende Arapça bilen de yardımcı oluyor, o var.. Vakıf olarak bunu yapıyoruz.

Immanuel Kant: Bismillah

18’inci cildin bütün sayfalarını hocamın özel eşyaları ile birlikte odaya kapatıp kilitlediler. Vermediler onu hiç. Hocam özel eşyalarıyla o kitapları buraya gönderirken hoca, bunu bahane ederek hocamın vakıftaki odasını da kilitlediler ve hocayı vakfa sokmadılar. Hocam çok zorluk çekti son dönemlerde maalesef. Şimdi özel eşyalarınızı alabilirsiniz dediler, hocamın kitapları kaçırdığını söylediler. Halbuki hocamın kendi özel eşyaları. Neticede bunu savcılık da kabul etti, özel kitapları olduğunu. Zaten kabul edildi kendi kitapları olduğu.  Şimdi vakıf, biliyorsunuz kitapların üçte biri burada, üçte ikisi orda. Üçte birini getirebildik, üçte ikisine Almanlar el koydu kütüphanede. Onların getirilmesine çalışıyoruz şu anda, olay davalık. Dava süreci devam ediyor. İnşallah kazanırız. Umudumuz o. Eğer bunları kazanırsak üçte ikisi de buraya geldiği zaman dünyada eşi emsali olamayan bir kütüphane olacak Gülhane’de. Bu kütüphaneyi de bize yapan Kültür Bakanlığı’na da ayrıca çok teşekkür ediyoruz. Çok güzel bir kütüphane yaptı orada bize. Şimdi bu 18’inci cildin enteresan bir durumu var. Hocamın 17 ciltlik eserlerinin içinde felsefe var, fakat burada 18’inci cildinde de felsefeye değiniyor. Burada da Almanların çok önem verdiği, Almanların bu duruma gelmesinde en büyük etken olarak görülen Immanuel Kant’ın da yazılarını hocam gösteriyor ve bu kitapta 18’inci ciltte bundan bahsediyor. Şimdi Immanuel Kant’ın acaba biz kasıtlı mı diye düşünüyoruz, yani bu bir komplo teorisi olarak düşünmeyin. Hocam Immanuel Kant’ın Müslümanlığa çok yakın olduğunu o 18’inci eserde bulup ispatlamış, evrakları ile birlikte. Evraklar varmış orada. Mesela burada size göstereceğim bir şey var? Şimdi bakın. Şimdi bu, Immanuel Kant’ın bir yazısı burada bismillah ile başlıyor. Şimdi Immanuel Kant’ın şurada kendisinin doktora tezinin diploması bu. Bu doktora tezinin diploması, Latince bu. O zamanlar Latince veriliyormuş. Bu Latince olan diplomasını aldıktan sonra. Üstünde bir Arapça yazı var. Bu Arapça yazı da besmele. Immanuel Kant bunu almış ve buraya, orijinalinde var bu, kendi yazısıyla besmele yazmış. Besmeleyi buraya yazmış. Bunun Almanlar böyle olmadığını, sonradan yazıldığını söylüyorlar. Hoca bunun sonradan değil,  Immanuel Kant tarafından yazıldığını ispat etmiş. O evrakların içinde var bu. 18’inci cildin içinde ve bunun gibi daha Immanuel Kant ile ilgili de felsefeyle ilgili de çok önemli bilgiler var. İspat etmiş bunu.

O notlar yok

Hocamız Colomb’dan önce Amerika’yı Müslümanlar tarafından da keşfedildiğini ispat etti. Hatta Türkiye’de maalesef böyle bir şey alay konusu oldu. Bunu Cumhurbaşkanımız da kullandı. “Yahu böyle bir şey olur mu?” diye alay konusu oldu bu ve Alman Cumhurbaşkanı Colomb’dan önce Müslümanlar tarafından keşfedildiğini hocamdan, o zamanki Alman Cumhurbaşkanı, ispat etmesini istiyor hocadan. Hoca da bunu ispat ettikten sonra bunu Alman Cumhurbaşkanı da kullanıyor. Evet, Müslümanlar tarafından keşfedildiğine inandığını, bildiğini. Hocam bunu da 18’inci cildinde ispat etmiş. O notlar yok ama şu anda. O notları Almanlar aldılar ve yok. Yani bu, ben sadece bilgi olarak ortaya koydum. İsteyen istediği gibi düşünsün netice itibariyle.

Değer biçilemeyen kitaplar

Vakfımızın, bizim mesela bu yaptığımız hizmetlerin hiçbirisi vakfın üstüne değil. Hocamın armağan ettiği kitapların hepsini değeri biçilmeyen kitaplar, yani bugün değer biçilmiyor kitaplara. Mesela bizim kütüphanemizde 1200 yıllık elyazması kitap var. 600 yıllık el yazması orijinal kitap var. Bu kitaplar başka bir yerde yok. Hocamın en büyük özelliği kaybolmuş kitapları bulup, tıpkı basımlarını yapıp milletin bilmesine, öğrenmesine sunmaktı zaten. Bu tip kitaplarımız var. Bunların hiçbirisini biz, mesela Kültür Bakanlığı’na hocamla beraber verdik. Almadık vakfa. Bizim Gülhane’de bulunan vakıf tesislerimiz de zaten Kültür Bakanlığı’nın yeri. Biz orayı kullanıyoruz şu anda. Bizim amacımız hocamızın bilgilerini, hocamızın şu ana kadar sahip olduğu ve öğretmek istediği yapmış olduğu bütün hizmetlerin devamını sağlamak. Millete kazandırmayı sağlamak.