ETHEM SANCAK

Frankfurt sürgününde bir 147’li

Röportajlar

Hoca ile benim tanışmam benim bilime, tarihe merakımdan kaynaklandı.

Benim hayatım biraz çetrefillidir. Hidayete erip İslam  uygarlığını, medeniyetini öğrenme iştahımla beraber Batı kaynaklarından döndüm. O güne kadar düşünce felsefem, tırnak içinde meşhur “aydınlanmacı, sosyalist” bakış açısı idi. Sonra onlar benim kafamda iflas edince hayatla beraber, kendi medeniyetimize ve kaynaklarımıza döndüm.

Başta Hz. Peygamberin hayatı ve arkasından da büyük İslam alimlerinin hayatlarını incelemeye başladım. İyi bir birikim oluşmuştu bende. O sırada iş olarak da  eczacılara ilaç satıyordum. Yaklaşık 10-15 bin eczacı müşterim vardı. Eczacılar okumuş insanlar, üniversite bitirmişler. O dükkanlarında körelmesin diye, biraz ilaç satarken biraz da fikri gelişimlerine katkı yapmak istedim. “Hedef Sağlık” diye bir dergi çıkartırdık. O zamanlar benim şirketin ismi Hedef’ti. 50 bin basıyorduk, 25 binini eczacılara bedava dağıtıyorduk. Öğrendiklerimi onlarla da paylaşayım diye, “insanlığa kanat gerenler” diye bir sayfa koyduk. Her sayısında bir  büyük İslam aliminin hayatını anlatıyorduk. Bu çalışmalar esnasında, çalışma arkadaşlarımdan birisi dedi ki “bir büyük İslam alimi var, Frankfurt’ta yaşıyor,  sürgün edilmiş. 147’lerle birlikte. O bu işin piridir. Bizim bu yazdıklarımızı en iyi bilen kişidir. Ona ulaşabilirsek, onun bilgi kaynakları bu dergiye çok istifade sağlar.” Ben de onun peşine düştüm. Fakat öğrendim ki hoca zor ulaşılır bir adamdır. Çünkü günün 24 saat ilmi çalışmaların içinde olduğu için gözü başka hiç bir şeyi görmüyor. Hatta menkıbe olarak anlatırlar o zaman ona finansman sağlayan Suudi Arabistan’ın rahmetli kralı bile onunla görüşmek istemiş Avrupa seyahatinde, krala 1 sene sonraya randevu vermiş, o görüşme olmamış. Bir başka rivayet Alman cumhurbaşkanı onu davet etmiş, kutlamak için bir çalışması dolayısıyla, “vaktim yok” diye gitmemiş görüşmeye. Böyle gömülmüş, zor ulaşılır, günün 24 saati çalışan büyük bir bilim adamı. Ben de umudu kestim, mektuplar yazdım ama dikkate almadı. Bir gün o zaman TRT Arapça’nın genel yayın yönetmeniydi, Sefer Turan, sayın cumhurbaşkanımızın danışmanlarından. O bir televizyonda hocayı anlatıyor. Ve bir görüşmeyi söylüyor, belli ki hocayla görüşmüş. Ben dostlar vasıtası ile Sefer’e ulaştım dedim ki “hoca ne yapıyor, Türkiye’ye gelecek mi, ben ulaşmaya çalışıyorum. Bana dedi ki “şu tarihte İstanbul’a geliyor”. Ben tabii bayram sevinci gibi, mumla çektim o günü. Çırağan Oteli’nin lobisinde hocayla ilk müşerref olduk. Ona anlattım kendisini niye aradığımı, çok ilgisini çekti. Bir de biz aynı toprakların insanıyız. O Siirtli biliyorsunuz, Bitlisli söylerler ama esas doğum yeri Şirvan, Siirt Şirvan’da doğmuş. Kökenleri Kormaz Beyleri’nden, Şirvan’ın ünlü bir ailesi, alim müderris bir aile. Hala ordadır toprakları, kaleleri duruyor hocanın.  Onu da söyledim kendisine. O bunu bilmiyormuş, çok sevindi.  “Evet”, dedi, atalarım babalarım bahsederdi” dedi. Çok ısındı bana, ben de onu çok seviyordum, gıyaben öyle bir diyalog başladı aramızda.

“İstanbul’dan sürgün edildiğim zaman köprünün üstüne gittim İstanbul’a bakarak ağladım”

Sayın Cumhurbaşkanımızla da yakınlık içindeydik o sıralar. Ben bahsettim, her şeyi anlattığım gibi onu da anlattım. O zaten farkındaydı. Bu hazineyi nasıl Türkiye’ye çekeriz diye bir arayışa başladık. Bu arada Büyükşehir Başkanı Kadir Bey de devreye girmiş, o da hocayı ziyarete gitmiş. Ben o ilişkiyi geliştirmek için hoca ile temasa başladım. Türkiye’de o öğrencilerle haşır neşir olmaya çok meraklıydı, gençlere, yeni nesillere. Birikimini anlatma konusunda meraklı ve aceleci idi. Çünkü belli bir yaşa gelmişti ve bu büyük hazinenin vefatı ile birlikte toprağa  tekrar karışmasını istemiyordu. Kalsın istiyordu. Onunla  hatta Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne konferansa gittik. Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesine gittik, Ankara’ya gittik. Konferanslar verdi, büyük tarihi konferanslar. O sırada işte Cumhurbaşkanımız’ın da direktifi ve himayesi ile biz onu vakfı kurmaya ve bu müzenin ana kaynağı Frankfurt, ona benzer bir müzeyi burada kurma noktasında ikna ettik. Orada bir büyük vakfı vardı zaten. O vakıf çok ünlü İslam entelektüellerinden oluşan bir vakıftı. Mesela vakfın üyelerinden birisi zamanın Cezayir Dışişleri Bakanı idi İbrahimi, yanından hiç ayırmadığı ve çok sevdiği bir Arap işadamı. Zaten Arap İslam Enstitüsü diye biliniyordu. O çerçevede bu müzeyi kendi inşa etmiş. Bütün el yazması kitaplar, büyük hazine, kendi eserleri muazzam bir müze. Onu İstanbul’da da açmak gerektiğini söyledim. Dedim ki, “bu kaynak 6 yüzyıl Osmanlı, daha önce 4 büyük imparatorlukla Türkler İslam medeniyetinin bayraktarlığını yaptılar. Bunun hülasasıdır bu müze, bunun yeri İstanbul hocam” dedim. O da dedi ki, çok istiyordu tabi, “ben İstanbul’dan sürgün edildiğim zaman köprünün üstüne gittim İstanbul’a bakarak ağladım, dedi. Tabii ki benim de en büyük hayalim dönmekti.”

“Dedim hocam, evdeyim, dinleniyorum.
Ne demek dinleniyorum, saat kaç?”

Cumhurbaşkanımız büyük moral ve destek verdi. O zaman yaklaşık 20 milyon Euro para tahsis etti. Ve çok şükür vakfı kurduk, ben vakfın kurucu başkanıydım. Tabi onun yamağı olarak. Ve müzeyi inşa ettik. Bakın mesele bu eserlerin hepsini tek tek kendi eliyle, kimseyi dokundurtmadan burada inşa etti. Çok titizdi, her büyük bilgin gibi çok ayrıntıya meraklı idi. Yani insani özellikleri itibarı ile bir olağanüstülük vardı onda. Sıradan bir fani değildi. Allah vergisi müthiş bir sezgisi ve müthiş bir becerisi vardı. Ve müthiş bir sabrı vardı. İşte bu müzeyi inşa etti, sonra kütüphaneye yer ayırdık kitaplar gelsin diye. Vakıf çalışmaları esnasında tabi kitapların gelmesi benim dönemime nasip olmadı. Benden sonraki arkadaşlara nasip oldu güzel görev. Ben vakfı kurduktan sonra hoca ile 4 yıl çalıştım. Günde 17 saat çalışıyordu cumartesi pazar. Ritter hocası büyük Alman aliminin asistanıydı. Bana dedi ki; “sen ilmi çalışmalara günde kaç saat ayırıyorsun? Ben de çok iddialıydım hatta en iyisi bendim, o zaman 13 saat dedim”. Herhalde o dönem onun benzeşiği asistanların ilme ayırdığı süre 1- 2 saati geçmiyormuş. Onun için 13 ona büyüktü onun için övünerek söyledim. “Bana dedi ki bu yetmez günde 17 saat çalışman gerekli.” O gün bu gündür ben günde 17 saat çalışıyorum cumartesi pazar. Ve hep ilimle başka bir şeyle değil”. Benim de öyle çalışmamı istedi. Bir pazar günü işte evde dinleniyordum aradı her gün her saat arıyordu. Ne yapıyordun dedi. Dedim hocam evdeyim dinleniyorum. Ne demek dedi dinleniyorum saat kaç” dedi. Her insanın bir zaafı var ben dedim ki hocam çoluk çocuk var falan. Ben günde 17 saat çalışıyorum, dedi. Ben de o kadar saat çalışsam Fuat Sezgin olurum dedim. Yani böyle bir kırgınlık oluştu. Sonra baktım ben bu tempoya dayanamayacağım. Aklıma geldi tabi, bu büyük hazinenin de benim yüzümden böyle telef olmasına hocanın moralinin bozulmasını istemedim. Bir genel kurul toplantısında arkadaşlarıma da açtım. Bilal Bey’i aradım. Bilal Erdoğan bilimsel ve entelektüel çalışmalara çok şükür çok meraklı, çok ilgili. Dedim ki, “Bilal Bey senin bu vakıfta mütevelli heyeti olman lazım”. “Babam destekliyor” dedi. Ben de, “babanın bir sürü işi var binlerce işin içinde, bir de bununla meşgul etmeyelim”. “Gel sen bu çalışmaların içinde yer al” dedim. Yurtdışındaydı ama  “tamam” dedi, ama babamdan izin almadan olmaz dedi. Dedim “ben babandan izin alırım merak etme”. Sayın Cumhurbaşkanımızı aradım, dedim ki böyle böyle. Onun da oluru ile, Bilal de çok istekli idi zaten Mütevelli heyete girdiğinin hemen sonrasında ben yükü Bilal’e devrederek Mecit ile Bilal’e devrederek çekildim biraz kendi işlerime. Hoca kırıldı bana tabi. Gerçi sonra barıştık hemhal olduk. “Ben sert davrandım sana benim aceleciliğimdi, seni kırdım” dedi. “Ne demek hocam, kırılmak olur mu biz senin ayağının toprağı olmaya gönüllüyüz sen kabul edersen, ama yüklediğin yükü çekmeye takatim yoktu” dedim.  Ayrıca Bilal Bey benden çok daha dirayetli, böyle güzel zamanlarımız oldu.

“Bak sana bir şey söyleyeyim, ben Rabbim ile anlaşmalıyım”

Bir gün Frankfurt’a ziyaretine gittim karlı bir gündü. Arabayı kendi kullanıyordu, şoför kullanmıyordu o yaşta. Kış tabii, evden çıkmış, ayağı kaymış Ursula Hanım, muhterem eşi anlattı, kafasını çarpmıştı. Panikle gittim. Nasıl oldu hocam dedim, niye öyle yapıyorsun bir şoför alalım sana dedim, yok dedi. “Benim alışkanlıklarımı bu yaştan sonra terk ettiremezsin, ben nasıl sana terk ettiremediysem”. Ne oldu dedim, “bak sana bir şey söyleyeyim, ben Rabbim ile anlaşmalıyım” dedi. “Rabbim bu eseri bitirmeden benim canımı almayacak. Zaten düşüp kafamı vurunca yarı baygındım. Allah’a dua etmeye başladım, Ya Rabbim mukavelemizi niye bozdun ben bu eseri bitirmek zorundaydım. O anda içimde tekrar ayağı kalkacağım ve eseri bitireceğim konusunda bir his uyandı. Anladım ki akit devam ediyor Rabbimle.” Nitekim o cildi de tamamladı. Coğrafya ile ilgiliydi o cilt. Coğrafyanın İslam biliminin bir parçası olduğunu ve bir İslam keşfi olduğunu ispatladı. Bu çalışmalar esnasında, 4- 5 yıl süren bu çalışmada da hoca 4 tane dil öğrendi. Biliyorsunuz 27 dil biliyordu. Sorulduğunda da hoca mütevazi olduğu için önemseyerek anlatmıyordu  bunu. Ama bir kaç kere sorduğumda, evet dedi. “Hocam nasıl öğreniyorsun ben İngilizceyi doğru dürüst öğrenemedim 40 yılda”. “Bir yerden başlayınca oluyor” dedi. “Allah öyle bir meleke vermiş bize, bütün dillerin kökeni birdir. Belli bir süreç içerisinde onu kavrıyorsun bir kaç dilden sonra. Diğerlerini çözmek kolay” dedi. “Peki hocam, bir dili ne kadar zamanda öğreniyorsun” dedim. “17 haftada okuyup yazacak kadar öğreniyorum” dedi. 17 hafta. Allah öyle bir yetenek vermiş. “Bak İslam tarihinin, İslam uygarlık bilim tarihinin en büyük alimi Cabir’dir. Cabir bin Hayyan” dedi. “O kadar büyük ki Cabir bin Hayyan, ben Cabir ile ilgili araştırma yapıp onu tanıyıncaya kadar insanlık tarihinin en büyük alimi olarak Aristo’yu bilirdim” dedi. “Fakat Cabir’i tanıyınca Aristo onun dörtte biri değil” dedi. Cebir ilminin kaşifi, modern kimyanın kurucusu, büyük Horasanlı alim sufi lakaplı Cabir bin Hayyan, onu anlatıyor. Onun uzmanıydı zaten, onun üzerinde çok güzel bir tezi var, onu gün yüzüne çıkaranlardan bir numarası hocamdır. Ciltlerin içinde var. Cabir diyor ki  “Allah bize öyle bir akıl vermiş ki biz bu aklı kullanarak kainatın sınırlarını keşfedebilir, insan yapabiliriz.” Modern genetiğin kurucusu aynı zamanda. Hatta,- dedi, “atomu ilk keşfeden o, Batılılar daha vahşet dönemini yaşıyorlardı 10’uncu yüzyılda. Yamyamlığın olduğu bir toplumdu” dedi haçlı sürüleri. 10. yüzyılda o tarihte, diyor ki arazı tarif ediyor, en küçük zerre Arapça’da araz, öyle bir şey ki parçalandığı zaman Bağdat’ı yok edebilir.  Enerjiyi, atomu keşfetmiş. Hatta ünlü Alman bilgini Otto keşfedince atomu, şimdi bin Hayyan’ın düşünce seviyesine çıktık diyor. Cabir’e büyük bir ilgisi vardı. Bir gün dedim ki övünmek için, “hocam, bizim coğrafyadan el Cezeri de büyük alimlerimizdendir”. “El Cezeri büyük bir mühendistir, mekanik mühendisidir” dedi. İnsanlık tarihinin en büyük mühendislerindendir. Fakat ondan çok daha büyükleri var. Anlattı filozofları Nedim’i, Hayyan’ı, El Memun’a büyük hayranlığı vardı. “İnsanlık tarihinin en büyük alim, devlet adamı kimdir sizce” dedim. Ben biraz bilim tarihine meraklı olduğum için batı kaynaklarını okuma fırsatı bulmuştum. Ben her gece 3, 4 saat uygarlık tarihi okuyorum. Roma’nın büyük imparatoru var filozof Marcus Ariyellus, onu söyledim. Dedi ki “sen neden bahsediyorsun o bizim alimlerin türevi, o bizim alimlerden öğrendikleriyle büyük olmuş, sen Memun’a bak”.

El Memun, Abbasiler onun zamanında en üst sınırlarına çıktı. Beytü-l hikme doruktaydı, 300 alimle rasat yapıyordu. Dünyanın çevresini ölçtü Memun, küresini yaptı, birisi de bizim bahçede.

Bugünkü modern ölçümle 700, 800 metre yanılma payı. Dünyanın çevresi. El Memun, Bizans imparatorunu Tarsus önünde yeniyor, savaş tazminatı söz konusu, o zamana kadar insanlık tarihinde  savaş tazminatı altın, kale, ya da köledir. Memun  Bizans imparatorundan savaş tazminatı olarak İstanbul'daki kütüphaneden 100 yazma eser istiyor. Bilime o kadar önem veren sultan, halife Memun. Hocanın yanında durduğunuzda her sözünden çok şey öğreniyordunuz. Bir hazine idi hoca. Çok şükür sayın Cumhurbaşkanımızın da büyük desteğiyle, alime verdiği büyük değerle farkındalık oluştu hocaya karşı. Şimdi biliyorsunuz biz 600 yıl Osmanlı medeniyetini sırtımızda taşıdık. Batıya karşı yenilgimizin ilk yazılı teslim antlaşması Tanzimat-ı Hayriye dedikleri büyük melanet. Burada biz her şeyimizden vazgeçtik ve batıya teslim olduk. İdari sistem, uygarlık, siyasal ve ordu her konuda teslim olduk maalesef. Tanzimat-ı şer’iyeydi o aslında. O antlaşma burada Gülhane Parkının bulunduğu yerde imzalandı. Diğer ismi Gülhane Hattı Hümayundur. Batıya teslimiyetimizin tescili.

“Hocayı ve fikirlerini buraya taşıyıp getirmek güzel ama buraya hapsetmemeliyiz”

Hoca, fasa fiso diyordu Rönesans’a, aydınlanmaya. Batı’nın bizi kandırmacası diyordu, yok öyle bir Rönesans. Bizden, Sicilya’dan, Endülüs’ten, Afrika’dan çaldıklarıyla kendi keşifleri diye bize anlatıyorlardı. Dolayısıyla aydınlanma lafına çok kızıyordu hoca. İnsanlık tarihinin kırılması diye anlatılıyordu ya ona kızıyordu. O cereyan bizi öyle etkiledi ki biz hocayı sürgün ettik. 1960 darbecileri siyasal kavga gibi görünen bir şey yaptılar, batının ajanları darbe yapıp Menderes’i şehit ettiler. Ama sürgün edilenlerin içinde Fuat hoca gibi bilim adamları var. Çünkü hoca bunların savunduğu Tanzimat kafalı, ruhunu batıya satmış aydınların tezlerini yerle bir edecek karşı tezi savunuyordu. İşte şimdi savunduğumuz İslam medeniyeti batı medeniyetinin anasıdır. Bilimin ve teknolojinin başlangıcıdır. Uygarlığı ve medeniyeti biz taşıdık sırtımızda. İnsanlığı biz aydınlattık, İslam aydınlattı, tezini savunuyordu Fuat hoca. Bu yüzden korktular ve sürdüler hocayı. Fakat hocanın vefatı bir rövanşın alınmasına sebep oldu. Büyük bir öngörü ve dirayet ile biz hocayı aldık getirdik ve Gülhane de anıtlaştırdık. Mezarı bir bayrak gibi, bir abide gibi artık burada. Hocanın üzerinden biz Gülhane’yi yeniden fethettik. Yeniden köklerimize dönüyoruz. Hocayı ve fikirlerini buraya taşıyıp getirmek güzel ama buraya hapsetmemeliyiz. Bütün İslam dünyasının gençlerine yaymalıyız. Yeni nesle bu büyük hazineyi mutlaka taşımalıyız. Her sınıfa, her okula, her dershaneye, her köye, her semte, her millet kütüphanesine bu fikriyatı taşımalıyız. Muazzam bir fikriyat, 19 cilt eser ve arkasında 600’e yakın kitap. Hocaya karşı görevimizi yapmalıyız, burada medyanın, görsel medyanın çok büyük bir rolü var. Her gün her fırsatta hocanın bir fani olarak hayatını değil, hocanın eserlerini anlatmalıyız. Yazdıklarını, müzeyi, İslam alimlerini yeniden gençlerimize anlatmalıyız.

Görüşmelerimizin birinde, “felsefe ve ahlak konusunda eksikliğimiz var, batılılar bize bir şeyler dayatıyorlar, felsefe ve etik tarihi bizimdir”, dedim. “Doğru söylüyorsun” dedi. Birkaç ünlü  filozofun, düşünürün ismini verdi, “bunları oku”, dedi. Ama kendi de böyle bir fikri çalışmanın içerisindeydi. Onunla sonuçlandıracaktı külliyatı.

Antik Yunan’da felsefe vardı, sonra öldü o felsefe. Felsefeyi yeniden ayağa kaldıranlar büyük İslam alimleriydi. Aristo ve Eflatun’u Batı unutmuştu. Hristiyan bağnazlığı, gericiliği bütün ilmi öldürmüştü, felsefeyi de yok etmişti. Yeniden dirilten büyük İslam alimleri oldu. Mesela El Memun hayranıydı Aristo’nun. Rüyasında görüyordu onu ve mülakat yapıyorlardı. Tarihte bu mülakat yer alıyor. Her bakımdan 17. yy kadar insanlığın yükü bizim omuzlarımızdaydı. Bunun yegane sebebi teknoloji, bilim ve fen’e verdiğimiz büyük değer ve önemdi. Yani Ali Kuşçu İstanbul’daki medresede ders versin diye Fatih Sultan Mehmet Akkoyunlular üzerine seferi iptal etti, bir alim için. Tarihimizde bilime, ilime verdiğimiz bu değerin karşılığını yüce yaradan bize verdi. Batı, dünya bir öküzün iki boynuzu üzerinde inancıyla tepsiden ibarettir dedikleri dönemlerde usturlabı yapmışız, küreyi yapmışız, astronomiyle uzaya uzanmışız. Semaya uzanmışız. Yani o birikimi bilmemiz lazım. O birikimin sahiplerini de tanımamız gerekiyor. Onların ahlakını, yaşam tarzını, nasıl çalıştıklarını fedakarlıklarını da bilmemiz lazım. İşte bunların da yaşayan en önemli insanı Fuat hocamdı ama o hazinemizi kaybettik.

Hocam hiç bir zaman ülkesine, insanına küsmedi. Kendi anlatımıyla;  ben hiçbir zaman bu topraklara, ülkeme, insanıma küsmedim. Zaten küssem bu bilimi yapamazdım, bu bilimi bu ilimi insanım için yaptım yoksa kendimi tatmin için yapmadım diyordu. Ama darbe ortamının Recep Tayyip Erdoğan dönemine kadar çeşitli biçimlerde sürdüğünü biliyordu, hissediyordu. Ülkeye dönmek için uygun bir zemin olarak görmüyordu. Bu dönüşümü görmek ve yaşamak istedi. Bunu da Sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan sağladı. Hocaya o güvenceyi verdi ve dönmesine vesile oldu. Dolayısıyla, hoca hiçbir zaman ülkesine kırılmadı. Hep hasret çekti. Anlatıyordu, “sürüldüğüm zaman Galata Köprüsünün üstüne gittim, eski İstanbul’u, Üsküdar’ı seyrettim, ağladım. Frankfurt’tayken de hep rüyalarıma girerdi İstanbul. Hasretimi geçmişin bilimini öğrenerek giderdim. Beni bu ilime taşıyan şey ülke ve insan sevgimdi” derdi. Dolayısıyla güvensizliği vardı. Haklıydı. Zaman içerisinde güveni geri geldi.

İstanbul’daki büyük tarihi çeşmelerin çalınan musluklarını kim tamir ettiriyordu?

Eşi Ursula Hanım çok değerli bir alim, uygarlık tarihçisi. Hoca ile tanışmadan önce Müslüman oluyor. O da 7-8 dil bilen büyük bir bilgin. Ursula hanım bir Alman olmasına rağmen İslam bilimini çok iyi bilen ve eşine hep yardımcı olan bir bilim insanı idi. İslam uygarlık tarihçisi idi.

Ursula hanımın İstanbul’a bağlılığı, hasreti ve sevgisi de farklı. Belki hoca kadar, belki de Fuat hocadan fazla idi. Hatta o kadar bağlıydı ki İstanbul’daki büyük tarihi çeşmelerin çalınan musluklarını durmadan, bıkmadan tamir ettiriyordu kendi parasıyla. O kadar ilgiliydi bu ülke ve değerleriyle. Biz çeşmelerin kendileriyle bile ilgilenmezken o musluklarını çalınması ve eksik kalmasına dayanamıyordu. İnşallah gelir ve İstanbul’a yerleşir. Ve Gülhane’de kalan ömrünü tamamlar.