MAHMUT AK

Üniversite tarafından ilk kez arandığında ağlamıştı

Röportajlar

Fuat Sezgin hocamızla ilgili bir bu tarz çalışma yapılıyor olması beni şahsen çok sevindiriyor. Çünkü Fuat Sezgin ülkemizin, bu toprakların yetiştirdiği en önemli insanlardan birisi. Sadece kendi bireysel çalışmaları ile değil, daha sonraki çalışmalara yön verecek olan üslubuyla ve sunduğu bilgi zenginliğiyle bu takdiri fazlasıyla hak ediyor. Hoca ile benim kendi ilgilenmem esasında uzun yıllara dayanıyor. Benim tez hocam rahmetli Bekir Kütükoğlu hocamızla gençlik arkadaşı. İlk daha askerlik yıllarından itibaren arkadaşlar. Hocamızın Türkiye'den talihsiz ayrılması, esasında Türkiye'deki bilim camiasının derinden üzmüştür. Bunun en büyük üzüntüsü benim hocamdaydı. Rahmetli hocamız “Türkiye bu insanın kıymetini bilemedi” derdi. Aramızdaki bu çerçevedeki görüşmeler hem benim zihnimde kaldı, kendi şahsi uğraşma alanımızda esasında hocanın çalışmalarıyla örtüşüyordu. Bu itibarla gençlik yıllarımızdan itibaren hep hocanın yazdığı, editörlük yaptığı kitapları inceleyerek geçti. Sonra kısmet olup rektörlük görevi bize nasip olunca hocamızın sözü kulağımda kaldı ve hocamızın bilinmeyen kıymetini nasıl hayatında kendisine sunabiliriz diye düşünürken hoca ile ben temasa geçtim. Yani hem kendisine bir fahri doktora verilebilmesi, hem de bir iade-i itibar veya ve kendi vazifemizi yerine getirmek anlamında hocamızı hem üniversite camiasına hem de esasında bu arada ilgilenen geniş kitleyle buluşturabilmek ve ondan yararlanabilmek adına hoca ile temasa geçtik. Bu anlamda ben hocayı aradığım zaman, telefonda aradım, kendisi Frankfurt’ta yaşıyor biliyorsunuz o zaman, telefondan görüşmemizde daha ben telefonu açar açmaz zaten benim arayacağımı söylediği için hoca çok heyecanlı bir durumdaydı. Bana da çok mütehassıs olduğunu, üniversite tarafından ilk defa arandığını, hatta ağlayarak şey yaptı, ifade etti ve çok mutlu oldu bu bizim aramamızdan. Böylece bir plan üzerinde kendisiyle biz anlaştık. Buraya geleceği tarihi belirledik. Ama bir hafta, on gün sonra hoca bir daha aradı beni telefondan. Dedi ki, “Ben efendim Türkiye'de birçok yere gittim, konuşmalar da yaptım ama İstanbul Üniversitesi benim üniversitem. Dolayısı burada yapacağım konuşma daha farklı, daha kapsamlı ve daha yönlendirici olması lazım. O bakımdan bana biraz zaman verin, benim hazırlanmam gerekir.” dedi. Ben de hocaya “Hocam tüm İstanbul Üniversitesi sizi dinlemek için heyecanlanıyor, bugünü bekliyor. Biz her zaman hazırız. Siz ne zaman hazırım derseniz biz o zamanda bu güzel buluşmayı bir gerçekleştiririz.” dedik ve konuşmamız bu şekilde kapattık. Sonra aradan çok uzun olmayan bir süre geçti ve nihayet bizi de çok mutlu edecek, üniversitemiz tarihinde de iz bırakacak şekilde hocamıza biz hem fahri doktora unvanı verdik hem de 1000 kişiden fazla dinleyici alabilen büyük salonumuzda üniversiteden, üniversite dışından birçok değerli konuğun olduğu, dinleyicinin olduğu geniş bir bilim şöleni gerçekleşmiş oldu.

Aşkla başlayan şey planlı bir çalışma temposudur, bu da 1 yılda 6 dil demektir

Şimdi bildiğiniz gibi bilim aslında bireysel olarak olabilen bir şey değil. Şüphesiz kişinin kendi çevresindeki ilk başlangıç bir aşkla başlıyor. Ama bu aşk sonra bir planlı çalışma temposu gerektiriyor. Bunlar önceden gerekli olanlar, ama mütemmim olan bir muhit içerisinde olmak. Eğer verimli bir muhit içerisinde iseniz yolunuz daha anlamlı ve daha kısa olabiliyor. O yönden o yılları düşünecek olursak; bu yıllar Osmanlı döneminin son alimlerinin hayatta olduğu, güçlü insanların bireysel üretim içerisinde olduğu bir dönem. Üniversitemizde o zaman işe Darülfünun geleneğini ve tecrübesini, kültürünü, mirasını fazlasıyla temsil eden bir üniversitemiz. Hocanın o yıllarda gerçekten etrafında daha sonra diğer ilim şubelerinin de kuracak geliştirecek olan kişilerle yakın teması var. Böyle bir ortamda çalışmalarını sürdürüyor ve aslında hem Helmutt Ritter ile tanışması bir disiplin kazanmasına vesile oluyor ve kendini hem bilgisini hem kişiliğini geliştirmek anlamında da etkileyici oluyor. O vesile ile mesela Helmutt Ritter ile karşılaştığı zaman Helmutt Ritter’e “Ben sizin asistanınız olmak istiyorum.” diyor hoca mesela. Helmutt Ritter, “Kaç lisan biliyorsun?” diyor. Hocanın bize anlattığı şeydir bu, “ben”, diyor o zaman, “12 dil biliyorum.” Helmutt Ritter de cevaben, “Ya olmaz 12 dille ilim olmaz.” demiş.  “Sen en az 17 dil bilmelisin” ve sonra diyor, ben o gayretimi geliştirdim. Hatta öyle ki, hoca kendi hayatında 1 yıla yakın bir boşluk var, o sırada dilimi geliştireyim dedim diyor ve 6 dili aynı anda öğreniyor. O 6 ay -1 yılık süreç içerisinde 6 dili aynı anda öğrenecek olan bir disipline sahip.

İstanbul ve İstanbul…

O sürede yine de onu her ne kadar eğitimden uzak kalmış olsa bile dil eğitimine onu hasrediyor ve bu da belki de dil eğitimi tarihi bakımından da ilgi çekicidir 6 dili aynı anda öğrenmiş olması ve bu bakımdan Helmutt Ritter kendi hayatında önemli. Sonraki o bilimsel disipline kazanmasının temel notlarından birisi, diğer önemli bir yine sizin işaret ettiğiniz konu, Buhari’nin kaynaklarına yönelmesi. Esasında İslam bilim tarihi bakımından hadis çalışmaları bizim için çok temel çalışmalardır ve yönlendiricidir. Şunu demek istiyorum, bilindiği gibi sahih hadisler var, mevzu hadisler var. Ama hangilerinin mevzu, hangilerinin sahih olduğunun araştırılması ciddi bir araştırma kültürünün oluşmasını doğurmuştur. O açıdan İslam tarih geleneği de hadis çalışmaları kültüründen almıştır gücünü. Hadislerin sahih olarak tespiti için sürdürülen çalışmalar; oluşturulan yöntemler, kurallar daha sonra öncelikle tarih sonra diğer şubelerin de kendi bilim kurallarını oluşturmakta mesnet oluştur. O yönden Hoca çok doğru bir yerden konuya girmiş durumda. Zaten bu da demin bahsettiğimiz Helmutt Ritter ile olan ilişkisini de bütünleyen bir meşguliyet alanı olmuştur. Nitekim hem bilgi ile donanmış hem de disiplinle taçlandırılmış olan bir bilimsel serüven içerisinde çok ciddi çalışmalar yapmıştır. Nitekim üniversitemizde doçentte olmuş, doçent iken ayrılması söz konusu olmuştur. O sırada daha sonraki velut hayatını getirecek olan temel taban oluşmuş durumdadır. Orada da enteresan bir şey var. 1959 yılında hoca Hollanda’dan bir teklif alıyor, gelin sizi üniversitede profesör yapalım diye. Hoca diyor ki “Ben bir İstanbul aşığıyım. Ben İstanbul’dan ayrılamam ki.” diyor. 59 yılında ve bir yıl sonra zorunlu ayrılması gerekiyor. Orada yani bu kadar İstanbul’u seven, İstanbul’daki kültür muhitinin içerisinde olan bir kişi. Tabii şartlar öyle gerektiriyor ve burdan ayrılması icap ediyor. Tabii kendi hem idari hayatımız bakımından hem de bilim tarihi bakımından bu ayrılışın incelenmesi lazım. Çünkü orada ismi geçenlerin isimleri bile yanlış yazılmış, ünvanları yanlış yazılmış. Liste hiç araştırılmadan konulmuş. Hocanın da o listeye dahil edilmesinin çok büyük bir şeyi yok aslında, dayanağı yok. Zaten orada lisedeki tek doçent, kendisi söyledi; “Ertesi gün gazetede bunlar yazılırken, biz hayıflanarak, ya hu kimler çıkartılmış acaba diye bakarken kendi adımı da gördüm”” diyor. Kendi adını görmesine kendisi de şaşırıyor. Çünkü bunu besleyecek bir evveliyatı yok işin. Hatta şöyledir, en son ayrılacağı zaman Eminönü'ne iniyor ve boğaza bakarak ağlıyor. Ağladığını bize anlatırdı. Nitekim işte o Boğaz özlemi işte, bizim fahri doktora için çağırdığımız zaman da defalarca bize ifade ettiği Baltalimanı'nda kendisine biz tercüme dolayısıyla da beraber olduğumuz zamanlarda da İstanbul'da boğaz özlemi veya onu takdir etmek hep hocanın öncelikli işlerindendi. Sonra devamında ve ayrılırken uçakla Almanya’ya gideceğiz zaman, hep çağrılacağım, geri döneceğim bir endişesi var. Bulgaristan hava sahasına girdik diye uçak anons edince o zaman rahat diyor ki gidebiliyoruz diye.

“Bilimsel sömürgecilik”

Şimdi esasında bu soruyu tam cevaplayabilmek için şöyle düşünmek lazım; biz tabii Fuat Sezgin üzerinden yürüyünce ne kadar konuşsak tam ifade edemiyoruz. Esasında rahmetli hocamızın kendi uğraştığı alanı daha iyi anlamak için biraz daha geriye gitmek lazım. Şunu demek istiyorum; bizim dünyaya en iyi ve içerik bakımından zengin numuneleri Türk İslam tarihi ile çalışan alimler vermiştir. Biz bunların daha isimlerini bile tam bilemez iken; bilemediğimiz yıllarda mesela 1840’lardan, 50’lerden itibaren Avrupa'da büyük bir hamleyle bu İslam tarih ve edebiyat eserleri, numuneleri Avrupa tarihinin gündemine oturuyor. Nitekim bunlara baktığımız zaman İslam tarihinin klasikleri diyebileceğimiz eserler ile ilgili çok çalışmalar var. Nedir bunlar, işte asıllarından Arapça-Farsça olarak yazılan eserler bunlar. Asıllarında tıpkıbasımları yapılıyor hızlıca ve sonra bunlar farklı dillere, kimisi Fransızca, kimisi İngilizce, kimisi Almancaya çeviri yapılıyor. 1890-1900'e kadar böyle bir hamle var ve Fuat Sezgin bu çalışmalar üzerine daha iyilerini yapabilmek ve bu toprakların insanı olarak, bu kültürün mensubu olarak bu gözle bu çalışmaları yapıyor. Çünkü Avrupa'nın bu hamleye atılması çok bilim aşkıyla olmuyor. Esasında bu bilimsel hamlenin aynı zamanda baktığımız zaman siyasi sömürge ile beraber yürüdüğünü görüyoruz. Yani bir bakıma bu, şu demek oluyor; tüm İslami coğrafya eserleri, edebiyat tarihi eserleri tercüme edilerek sanayi devriminin getirdiği dünyaya yayılması projesinin altlığı oluşturuluyor ve bu altlık da öyle, ne diyelim, bilimsel dikkatsizlikle veya art niyetli oluyor ki sanki tüm eserler Batı tarafından çıkartılmış gibi anlaşılıyor. Hocanın aslında hayatının en önemli gayelerinden birisi; dünyadaki bilimin gelişmesi hep İslam camiasından, İslam havzasından olmuştur. Dolayısıyla Avrupa'daki medeni ve entelektüel olan seviye İslam bilim kültür eserlerine dayanılarak yapılmıştır. Hoca hep bunu söylerdi. Halbuki bahsettiğimiz hamlede Avrupa bu bilimin kökeninin kendisi olduğunu değişik şekilde, eserlerde dile getirmiştir. Hoca bunu daha temellendirebilmek için kendi fiilen yazdığı eserler yanında bu bahsettiğim temel eserler ile ilgili kendi Frankfurt’taki enstitüsünde çok köklü ve bir insan hayatını ve fiziki imkanlarını aşacak olan bir tempoyla bu işi sarılmıştır.

“Kütüphaneler federasyonu Süleymaniye’ye girdiğinizde her yer onun kitaplarıyla doludur”

Şunu söylemek istiyorum, bu anlamda mesela bir temel eseri aldığında; bir hoca şöyle bir yöntem izlemiş o temel eserin orijinal metnini, sonra bu bahsettiğim Avrupa furyası zamanındaki yabancı dildeki metnini ve ondan sonra bu iki eser üzerinde oluşturulan makaleleri içeren mütemmim bir cildi... Mesela diyelim ki işte Ebü’l Fidâ’nın Takvîmü’l Büldân’ını alalım. Arapça'sını veriyor, bunun Fransızca tercümelerini veriyor ve sonra Takvîmü’l Büldân üzerinden gerçekleştirmiş olan model makaleleri içeren bir son cildi yapıyor. Böylece bir takım oluşmuş oluyor. Ebü’l Fidâ’yı bir kenara koyduktan sonra bakıyoruz Kazvînî’nin Âsârü’l Bilâd’ı, Hamdullah el-Müstevfî’nin Nüzhetü’l Kulûb’u işte keza Nehbetü’d Dehr gibi böyle temel eserler üzerine yüzlerce cildi bulan büyük bir külliyat oluşturuyor. Nitekim bizim tüm gençliğimiz bu eserler içerisinde geçti. Süleymaniye Kütüphanesi’ni bilirsiniz, dünyadaki en önemli yazma eserlerden birisidir. Hatta kendi bulundurduğu eserlerin yanında İstanbul’daki tarihi zaman içerisinde oluşan küçük kütüphanelerin buraya getirilmesiyle beraber bir kütüphaneler federasyonu gibidir. Yani şu anda yaklaşık 150 kütüphaneden oluşan büyük bir kütüphane Süleymaniye kütüphanemiz ve oraya gittiğiniz zaman orada okuma salonu da başlı başına bir kütüphanedir. Yani fiş yazmadan alabileceğiniz eserler etrafınızdadır. Nitekim bu görkemli okuma salonuna girdiğinizde başınızı kaldırın kitapların en az 3’te 1’i, 3’te 2’si Fuat Sezgin hocanın oluşturduğu eserlerdir. Böyle bakıldığı zaman sarı ciltler, efendim işte konusuna göre mavi, bordo ciltlerin hepsini, gri ciltleri görebilirsiniz. Yüzlerce eser ve bunların hepsinin oluşturulmaları bu mantıkla olmuştur. Yani Batı’da İslam kaynaklarına yönelik olan çalışmaların tamamını bu kütüphaneye girecek olan ama daha çok da tabii ki Türkiye’den gelen insanlar başka kütüphanelerde bu eserleri aramadan doğrudan bunları bulabilsin. Büyük bir nimetti bizim için. Yani internetin olmadığı bir zamanı düşünün, telefonun yaygınlaşmadığı bir zamanda böyle bir kütüphaneye giriyorsunuz yüzlerce eser etrafınızda ve her birinin altında Fuat Sezgin yazıyor. Hepsinde Fuat Sezgin. O çerçevede kendi ürettiği eserler yanında bu külliyat zaten hocanın dünya bilim tarihine hediye ettiği en büyük külliyattır. Bu yönüyle baktığımız zaman; evet Fuat Sezgin kendisi bir kere her şeyden önce insani özellikleri, sonra bilimsel öncelikleri ve kendi telif anlamında ürettiği eserler ve editörlük çerçevesinde meydana getirdiği sayısız serilerle bir daha belki benzeri gelemeyecek şekilde bir kişilik ortaya koymuştur. Zaten Frankfurt'ta kütüphaneye gittiğimiz zaman hoca ile beraber, enstitü sağ olsun, teşekkür ediyoruz. Orada gezdirdiğinde hep şunu söylüyordu şöyle yaslanıp... Tabii hoca yaşlandığını o zaman hissediyordu.  “Ben bunları nasıl yapmışım?” diyordu ve nasıl yaptığını anlamaya çalışıyordu. Düşünün Frankfurt’taki enstitüyü hatırlıyorum; bir odaya giriyorsunuz tarih, edebiyat, sözlükler, gramer, efendim diğer konular ve her birinde hoca demin de söylediğimiz gibi her birinin üzerine not almış, incelemiş, işlemiş ve her birinin fişlerini yapmış. Şimdi bir kitabın fişlenmesi ne demek olduğunu bugünkü nesil anlamayabilir. Çünkü her şey bilgisayar üzerinden yürüdüğü için, o zaman bizim de ilk çalışmalarımız hep öyledir. Yani bir küçük kağıt etrafında, bir düzen içerisinde kitabı tanıtıcı fişleme yapmanız lazım ve o katalog fişleri hocanın, bu bile enstitüde bir arşivdi. Kitapların katalog fişleri ve sonra onların mikrofilm şeritleri, filmleri, enstitüde işte bunları gezerken hoca bu sefer kendi kendine hakikaten bu soruyu soruyordu, “Ben bunu nasıl yaptım”. “Bir insan gücü buna yetmez. Acaba bunda bir hikmet mi var?” diye kendi kendine böyle bir arayış içerisindeydi. Son cümle olarak şunu da söyleyebiliriz; dünyanın yetiştirdiği nadir insanlardan birisi, bizim İslam bilim tarihinde böyle insanlar zaman zaman gelmiştir. Kendini tümüyle ilme vakfeden ve ilim dışında bir meşguliyeti hiç hayatında düşünmeyen isimler, hoca da öyle bir isimdi. Bizim tarihimizde öyle isimler vardır mesela, işte Dâvûd-i Kayserî var mesela bu müderrislerden, daha 15. yüzyılda. Hocanın üslubu şöyle; nasıl ders veriyor, bir evinden çıkıyor, evinden çıktığı zaman ilk ilk ders alanlara, evle medrese arasındaki sokakta söz anlatıyor. Sonra 2. kademe öğrencilere sokaktan medrese girişine kadar avluda ders sunumunu yapıyor ve nitekim muntazam öğrencilere de oturduğu yerde yapıyor. Yani bulunduğu her anı ilme vakfeden insanlar var. Nitekim bu Koçi Bey'in risalesinde de var. Diyor ki “Alim nedir, nasıl alim olur? Alim üç şeyi yapar.” diyor. “Bunlardan birisi Allah rızası için etrafındaki insanlarla ilgilenir, kendi ilmi çalışmalarının tetkikatını yapan ve ders sunumu yapar.” diyor. Alimin başka bir hayatı olmaz. Bu tanım aslında bir bakıma hocaya tam da uyar vaziyetteydi. Hayatının ekseninde çalışma vardı. Nitekim hafta sonu tatiller dahil olmak üzere Frankfurt'taki enstitüde, 93 yaşındayken bile evinden otomobilini kendisi kullanarak gelen ve sonra evine de otomobiliyle dönen bir şey, yani ne diyelim iş planı olan ve bu anlamda kendine özgüveni olan birisiydi.

Bütün diller ve Türkçe

Hocanın hayattaki en önemli konulardan birisi dille alakalı konu. Birçok dili biliyor ve bunların kaynak dillerini biliyor. Kaynaklara ulaşacak, kendini kaynaklara götürecek olan dilleri biliyor. Ben de son demlerinde mesela çok şahit oldum, yani çok enteresandır aynı anda mesela bir sohbet ortamında farklı dillerde konuşan insanlarla konuştuğu dili kesip, diğer dilden sohbete devam edebiliyor ve muhatabıyla tereddütsüz anlaşılacak şekilde. Dil anlamında belki şunu da ben ifade edebilirim yani önemli gördüğüm konulardan birisi; mesela Türkçe ile ilgili bir durum, hocanın vefatında 94 yaşında olduğu hatırlayacak olursak, 94 yaşındaki kişinin ve bir de efendim bunun 50 yılının dışarıda olduğu bir hayat düşünün. 60'tan 2010'a düşünürsek, 50 yıllık bir hayatın dışarıda olduğunu, yani Türkçeyi konuştuğu ve kendi fikri düzeninde geliştirdiği dönemde, ki Türkçe kelimeler, Türkçe kurallar esasında farklı. Yani şimdi dilimiz biliyorsunuz 70'li yıllardan itibaren büyük bir değişim geçirdi. Kendi kelime ve cümle kuruluşları bakımından farklılıklar ortaya çıktı. Bunu şu anda eski gazeteleri okurken, eski filmleri izlerken bile insanlara hissediyor. Yani kavramlar değişmiş durumda. Ama hoca Türkçeyi konuşurken inanın bugünkü Türkçe ile konuşuyordu. Bu bile aslında Türkçe içinde de belki iki-üç kademeli bir dil öğrendiğini düşünebiliriz. Osmanlı döneminin edebi dili olan bir dil, sonra cumhuriyetin ilk yıllarında artık halkın kullandığı ve nispeten hafifleşen, hafifleşmiş olan bir dil ve 70'li yıllardan sonra değişen yeni dil. Hoca Türkçeyi bugün diyelim 30-40 yaşındaki bir aydın şeklinde konuşabilen, yani bu da şunu gösteriyor Almanya'da yaşasa bile Türkiye'deki gelişmeleri en azından edebi anlamda edebi gelişmeyi takip eden ve Türkçeyi hep Türkçe bilgisini ve kullanımı güncelleyen bir üslubu da vardı.

Türkiye için bir şans

Bir hocamız şöyle demişti; “bu insanın kıymetini Türkiye bilemedi.” Ama şükürler olsun ki Cumhurbaşkanımız bu kadar idari, siyasi meşguliyetin yanında bilime, kültür ve sanata da zaman ayırabilen bir şahsiyet. Türkiye için büyük bir şans bu. Nitekim aslında Fuat Sezgin hocamız zor bir insan baktığınız zaman. Çünkü prensipleri olan bir insan ve böyle olduğu için de karşısındakini de kendi gibi prensipli davranmaya sevk eden, mecbur bırakan bir kişilik. O yönden de bu yönünü insanlar bildiği için de bir kısmı hocadan bu üslupta hareket edemeyeceği için uzaklaşan bir kitlemiz vardı. Halbuki Cumhurbaşkanımız hocamızın tam da takdirini bilerek ve kendisini yüceltecek şekilde de 2019 yılını Fuat Sezgin Bilim yılı olarak ilan etti. Bu tercih hoca için de Türkiye'deki Türk İslam bilim tarihi bakımından da büyük bir şanstır. Yani hocamız bakımından fazlasıyla hak ettiği bizim toplumumuzun, milletimiz bir hocaya hürmetinin takvimidir. Ama aynı zamanda bu şüphesiz ki Cumhurbaşkanımız hocamıza bu takdiri yaparken aynı zamanda bu alanın daha geniş kitlelere yayılmasını da amaçladı...

“Bu eser gençlere ulaşmalı, yani ilkokul öğrencilerine”

Şöyle diyelim, 60’da ip koptu, hoca ile kurum arasındaki ip koptu diyelim. Ama bu kopan ipti, bizim kendi hissiyatımız kopmamıştı. Hocanın Türkiye’ye olan ilgisi, sevgisi, saygısı, aşkı, hasreti, özlemi nasıl devam ediyorsa; bizim kendi camiamiz olarak da hocaya olan hürmetimiz hep sürekliydi. Bunu bir vesileyle söylediğim gibi kendisine fahri doktora sunarak ve geniş bir kitleyle hocanın buluşmasını sağlayarak bunu gerçekleşirdik. Böylece hocayla kurumumuz arasında bir güven ortamı yeniden tesis edildi. Bu güzellikler olurken, ben tevafukken bu sohbetin içerisine düştüm, yani müdahil oldum ve konu şu; hocanın tabii ki 17 ciltlik bir temel eseri var. GAS diyoruz Arap Edebiyat Tarihi ama aslında İslam Bilim Tarihidir. Nitekim bunun özeti sayılacak olan 5 cilt, İslam'da Bilim ve Teknik olarak TÜBA tarafından basıldı. Şimdi farklı dillerde de baskısı yapılıyor. Bu dev eser baktığımızda bizim herhangi bir alanda çalışma yaparken ilk görmemiz gereken temel başvuru eserlerinden birisi. Ama maalesef Almanca. Hoca da bunu hep Türkçeye çevrilmesini istedi. Çünkü şöyle, biz temel cümledir malum, “gençlere ulaşalım”. Ama hocanın kafasındaki genç, genç bilim insanları değil. Hoca bu fikrin uzun ömürlü olabilmesi için esasında daha ilkokulda başlamasını düşünürdü. Onun için de hem bu kurulan Gülhane’deki kütüphanede ve müzede, hem de kendi tüm konuşmalarında gençlik dediğimizde ortaokul ve lise öğrencilerini hedeflerdi. O bakımdan da mesele bizdeki fahri doktora sırasında yaptığı konuşmayı, çok ciddi şekilde hazırladığı konuşmayı, hocanın da isteği üzerine broşür olarak dağıttık ve bunu binlerce bastırarak farklı okullara da gönderdik hocanın isteği olarak. Çünkü “Bunu gençler görsün ve gelecekte buna göre çalışmalarını planlasınlar.” derdi. Bu bakımdan evet bu eser hem daha lisedeki öğrenciler için hem de üniversiteye yeni başlayan veya üniversiteyi bitirip bilim hayatına profesyonel olarak yeni başlayan insanlar için temel başvuru külliyat, bir eser bile değil, büyük bir külliyat nihayetinde bu. Çünkü 17 cildi konuşuyoruz, 17 cilt içerisinde neler var? Şöyle baktığımızda içerisinde gramer, sözlük, matematik, geometri, kimya, fizik, geniş bir şekilde coğrafya, daha bunun özelinde kartografya ve buna mümasil birçok konu başlığı var. Hoca bunların her birini ve söylediğim gibi kendisi de şaşıracak bir şekilde insan üstü bir gayretle ve büyük bir titizlikle hazırlanmış bir hazine bu nihayetinde. Bunun tabii tercüme edilmesinin son zamanlarında çok daha kendi zihninde bir iş olarak, kendi iş planında bir konu olarak tutuyordu. Birçok denemesi olmuş. Ama bahsettiğim gibi zor bir insan olduğu için onun düşündüğü seviyede bir muhatap bulmakta zorlanmış ve kendini tatmin edecek bir güvenli liman bulamamış.

Hayatını emanet edecek bir liman

Esasında bu eser hocanın hayatı baktığımız zaman. Bir bakıma hayatını emanet edebileceği güvenli bir insana, bu hem bilgi bakımından hem üslup bakımından hem de insani davranışlar bakımından böyle bir arayış içerisinde olmuş. Nitekim konuya müdahil olduğum zaman konu bir çözümsüzlüğe düşmüş durumdaydı ve hoca da büyük bir ümitsizlik içerisindeydi aslında. Çünkü yaşının belli bir yere geldiğini biliyor ve sağlığında bu projenin yol aldığını görmek istiyor. Ama muhatap olduğu kişiler bakımından bunun tahakkuk imkânı olmadığını hissettiği bir anda ben konuya tanık oldum ve sonra, önce yardımcı olan ve hakikaten bilim dünyasından olmadığı halde hocayı tam doğru anlayan, tüm vakitlerini hocayla geçiren Mecit Çetinkaya ve Engin Tuncer arkadaşlarımız, dostlarımız da bir arayış içerisinde. Ben önce onlara söyledim, “Hocanın bu isteğini biz üniversite olarak karşılayabiliriz siz de uygun görürseniz.” Hemen dediler ki, biz bunu hocaya açalım ve o an hocaya bunu ifade ettik. Hoca fikren buna yatkın oldu.  Ben daha o akşam bu projeyi sürdürebilecek olan bizim Batı Dilleri Edebiyatları Bölüm Başkanımız ve aynı zamanda Alman Dili Edebiyatı Ana Bilim Dalı Başbakanımız olan Mahmut Karakuş hoca ile hocayı hocaya anlattım, görüştürdüm, randevulaştık ve ertesi gün buluştuk ve böylece bir yol çizdik... Hoca arkadaşımızı da sevdi. Çünkü o da Alman disiplininden gelen bir kardeşimiz. Böylece bir çalışma planı oluşturduk. Önce bizim üniversitemizde 30 dilde eğitim veriliyor. Yani biz hemen hemen her dilde ekip kuracak durumdayız. Almanca anlamında da çok geniş bir akademik kadroya sahibiz. Hocaya bunu anlattık, hoca da mutmain oldu ve böylece bir iş takvimi oluşturduk. Takvimin esası şudur, önce Almanca mütercimlerimiz eseri Almancadan Türkçeye tercüme ediyorlar. Fakat eserin içerisinde Arapça pek çok unsur olduğu için, kavram olduğu için sonra yine üniversitemizin güçlü bir bölümü olarak Arap dili edebiyatı uzmanlarımız konuyu Arapça bakımından kontrol ediyorlar bu tercümesi yapılan ciltleri. Ama Arapça kısım hallolmuş olsa bile bu nihayetinde bir İslam bilim tarihi çalışması olduğu için, İslam bilim tarihi geleneği bakımından da gözden geçirilmesi lazım. O zaman da bizde yine aynı anlamda hem İlahiyat Fakültesi bakımından hem de Edebiyat Fakültesinin Tük İslam tarihi hocalarımız açısından geniş bir kadroya sahibiz. O arkadaşlarımız da bu üçüncü aşama kontrolünü yapıyorlar, sonunda proje koordinatörü genel tercümeye ahenk vermek üzere son kontrolünü yapıyor ve en son hocanın sağlığında bundan sonra hocaya sunduk ve hoca da kendi aralarda da müdahaleleri oluyor ama son kontrolü de hoca yaparak en sonunda “basılabilir” diye. Bu yönüyle bu dediğim beş aşama hocanın sağlığını düşünürsek, yani Almanca, Arapça, bilim tarihi, koordinatör ve hoca bu beş aşamalı süreç yürüdü şükürler olsun ve şu anda ciltlerin yüzde 90’ından fazlası birinci aşamayı geçti. Arapça kontrolleri yine yarıdan fazlası yapıldı. Bilim uzmanları tarafından önemli sayıdaki ciltler kontrol edildi. Bugün itibari ile altı cilt matbaa konusu konuşulacak hale geldi. Bu kolay bir şey değil. Yani bu tercüme ekibinin kurulması ve çalışma düzeninin oluşturması bile özgün bir davranıştır. Ki bunu hocaya kabul ettirmek öyle kolay bir konu değil. Çünkü hoca tabiri caizse her mütercimi sınavdan geçirdi daha kabul edilirken. Nitekim bu süreçler devam ettiğinde de heyecanla Almanya'dan buraya gelir ve bizim Baltalimanı tesisimizde tüm tercüme heyetini hocanın etrafında toplarız. Hoca; bir, onların konuya ne kadar bağlı olduğunu, konuyu ne kadar önemsediğini anlamaya çalışır; iki, ürünleri üzerinden kontrollerini yapar, uyarılarını yapar. Bazen mesela bir dipnotun nasıl yazılacağı, Türkçeye nasıl çevrileceğini bile konuşmak gerekiyordu hocayla. Şükürler olsun bu düzende hocanın sağlığında oturtulduğu için sonraki ciltlerde de aynı güvenle bu konu devam ettiriliyor. Hatta eserinin 17. cildi kendi dizaynı bakımından ve kâğıt kalitesi bakımından da hem bizim matbaadan anlayan hocalarımızın tercihi hem de hocanın kabulü bakımından örnek cilt olacak şekilde görüldü ve şimdi eser cildin şekil özellikleri dikkate alınarak baskıya hazırlandı. Ona varana kadar da hocayla mutabakata varılmış durumda aslında.

“Dünyada buradan daha güzel bir yer olamaz”

Burada affınıza sığınarak şunu da söyleyebilirim.... 17 ciltten bahsediyoruz, esasında 18. cilt felsefe bölümüdür ve 18. cildin notları da hocanın evinde ve bir kısmı maalesef şimdi ayrı bir konu olan Frankfurt’taki enstitüde kalmış durumda ve 18. cildin de diğer ciltler şeklinde toparlanması da bizim için bir görev aslında. Bu vesileyle ben hocanın hanımı Ursula hanıma çok teşekkür ediyorum. Aslında hocanın kendi kişiliğinin oluşmasında, hayatının kolaylaşmasında, sürdürülmesinde Ursula hanımın da çok büyük katkıları var. Kendisi de bu alanda doktorası olan, bilim anlamında kendisini ispatlamış olan bir bilim insanı.

Her şeyden önce esasında bu Baltalimanı görüşmelerimiz bir şeydir, bilimsel, mesleki bir görüşmeydi. Ama hocanın keyif aldığı ve şükürler olsun bize nasip oldu; ahir ömründe zevk aldığı, belki özlemini geçirdiği bazı şeyleri noksanlarını giderdiği günler oldu. Nitekim orada boğaza, İstanbul boğazına baktığı zaman defalarca ifade etmiştir. “Dünyada buradan daha güzel bir yer olamaz” diye ve Türkiye'nin gelişmesini, şunu söyleyebilirim, sanki daha yeni öğreniyormuş gibi heyecanla izlerdi. “Kuru fasulyenin tadını unutmuştu”

Tüm hayatını bilimsel çalışma vakfettiği için çok Frankfurt’taki hayatı bile evi ile enstitü arasında geçirdi. Hatta Frankfurt şehrinin içine bile taşmaya sınırlı bir hayatı vardı. O bakımdan İstanbul ve Türkiye'deki gelişmeleri, bu Türkiye'nin güçlenmesi anlamında ve yeni teknolojilerin gelişmesi anlamında takibi çok mümkün değildi. İstanbul'a geldiğinde ama duyuyor ve çok özlemle yaklaşıyordu. Nitekim bana bir keresinde o sırada bu Yavuz Sultan Selim Köprüsü yeni açılmıştı, “O köprüye görebilir miyiz?” dedi. Biz kendisiyle arabamızla beraber köprüyü görmeye gittik ve Avrupa yakasından Asya tarafında geçtik. Çok mutlu oldu, hatta köprünün bitiminde durduk, köprüye baktı, fotoğraflar çektirdik. Çok hayranlıkla izledi. Hem projenin büyüklüğü hem de yapılabilirliği bakımından. Sonra hocadaki bu ben hasreti görünce dedim ki “Hocam Osmangazi Köprüsü de bitirildi, bitiriliyor fikir olarak, kavram olarak. Onu da isterseniz görelim.” Çok memnun oldu. Osmangazi Köprüsünden de bu sefer geçtik Orhangazi tarafına tünelden de geçtiğimizde orada tabii şunu söyledi “Ben” dedi, “gençliğimde çok Bursa'ya gittim geldim. Belki bir daha ya gelirim ya gelemem Bursa'yı görebilir miyiz?” Tabii ki dedik. Oradan Bursa'ya devam ettik diğer arkadaşlarımızla beraber. Bursa'ya gittiğimizde de orayı da gördü çok mutlu oldu. Şu Ulu Camii ve eski şehri görmüş olduk. Orada mesela hocaya tabii bir yemek ikramı oldu. Hocanın kendi yemek rejimi de çok özeldi. Yani özel derken sınırlı bir şey. İşte yediği şeyler muhakkak ki bal, kaymak yer, kızartılmış patatesi yer. Sınırlı bir şey. Bittiğinde de durur ve “Bitti” der. Öyle çok da yiyemez. Biz oraya gittiğimiz zaman “Hocam Bursa’dayız, farklı bir şey, yani İskenderdir diğer şeydir...”. “Yok” dedi, yine seçici davranıyor. Dedik “Hocam, bak burada kuru fasulye var isterseniz şey yapalım.” Kızı Hilal hanımın et tercihi dolayısıyla, ona saygı hoca da etli yiyeceklerden kaçınırdı. Yani tam vejetaryen olarak nitelendirmek doğru değil ama kızına hürmeten, muhabbetten kendisini de öyle tuttuğu bir durum vardı. Et yemeyeceğini anlayınca bizde kuru fasulye, kuru fasulye Türkiye’nin özel yiyeceklerimdir, kuru fasulye ikram edelim. Tereddüt etti filan “Bir gelsin de isterseniz yemeyin.” dedik. Kuru fasulye geldi ve kuru fasulye geldiğinde dedi ki “Ben bunu unutmuşum.” dedi. “Siz kuru fasulye deyince kuru bir şey gelecek diye” hani diyelim ki leblebi gibi düşünün ve böyle bir yemek şeklinde geleceğini düşünmüyor ve hiç yemediği bir şey olduğu için de mesela kuru fasulyeyi kaşıkla değil çatalla yemeye çalışıyor. Sonra bıraktı, yemedi. “Ben” dedi, “bunun tadını unutmuşum.” dedi. Ama sonrasında bizimle beraber ola ola bu yemek şeyini genişlettiğine şahit olduk.

Gayret, zühd, sabır ve Rıza-ı İlahi

Şunu söylemek lazım, hoca nasıl bir insandı? Kendi çalışmasını nasıl görüyordu? Esasında bunu defalarca da ifade etmiştir, hocanın çalışma sisteminin esası birkaç maddeye dayanıyor. Her şeyden önce hoca şunu söylerdi, bir kişi ne yapmalı? Çalışma azmi içerisinde, gayretli olmalı. Muhakkak ki ilmin birinci şartı gayret. Bir, gayret etmeli. İkincisi, hocanın bahsettiği zühtle yaklaşmalı. Züht dediğimiz, yani zahitlikle yaklaşmalı. Bunun özeti de şu, dünya ve nimetlerinden uzak durmak. Yani kendisin tümüyle bu alana teksif etmek. Zühd aslında o ve sonra bunun tabii temel sorunu da bu kadar gayret içerisinde zühdle olacaksınız ama niye yapacaksınız, bir amacı olması lazım. Amacını da kendisi de söylerdi, Allah rızası için yapmak. Aslında ilmin önemli bir şartı da Rıza-ı İlahi’ye muvaffak olmak, temin etmek. Bunların her biri nasıl olabilir? Sonrasını da kendisi tamamlıyordu, ilim yolunda ilerleyen kişi sabırlı olmalıdır. Çünkü bugünden yarına hemen basamakları atlayayım derseniz, bir gayret içerisinde olacaksınız. Bunu zühdle taçlandıracaksınız, üst hedef olarak Allah rızasını koyacak; yani bir maddi menfaat temin etmek, makam elde etmek için değil, bir pür ilme ulaşmak için. Bu da Allah rızasıyla olabilir ve bunların hepsinin olabilmesi sabırlı davranışla olabilir. Hoca bu üslup içerisinde çalışmalarını sürdürdüğünü söylüyordu. Biz de onu gördük. Bu umdeler aslında bizler için de her biri bir deniz feneri, yol gösterecek olan rehber cümlelerdir. O bakımdan biz hocanın hayatını ve çalışmasını sadece sunduğu bilgiler olarak değil, kendi çalışma yöntemi olarak da daha da anlamalıyız ve anlatmalıyız.

“Bu bir tutam ot için deveyi kandırmaya çalışıyorsa bana vereceği bilgi sağlıklı olmaz”

Hadis tarihi İslam bilim tarihinin temelidir. Çünkü seçicilik, tarihte oradan doğmuş. Yani şöyle düşünün; bu muhaddisler dediğimiz kişiler...  Peygamberimiz malum dünyaya veda ettiği zaman Peygamberimize isnat edilen birçok şey olmuş. Hadis nedir? Hadis 3 türlü bildiğimiz. Bir, Peygamberimizin söyledikleridir. İki, yaptıklarıdır. Üç, karşısındaki yapılan bir şeye ses çıkarmamasıdır veya onun olumsuzlaştırmadığı şeyler de sünnettir, hadistir. Çünkü onu zımnen onaylamış demektir. Bu yönüyle bu üç kalıba girmeyen birçok şey sonradan Peygamberimizle bir tutulmaya, Peygamberimizin görüşü gibi sunmaya çalışılmış ve ortada esasında İslam'ın özü ile Peygamberimizin tebliğiyle irtibatlı olmayan birçok görüş oluşmuş. Nitekim ondan sonra da işte bunların temyiz ve tefriki söz konusu olmuş ve Peygamberimizle beraber Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında İslam devletinin genişlemesi ile birlikte ashap da, sahabe-i kiram da bu coğrafyada değişik yere gitmiş. Mesela şimdi bakıyorsun bugün Merv’de iki tane sahabe orada nöbet tutuyor ve dünyanın muhtelif yerlerinde Afrika'da ve diğer yerlerde ashaptan insanlar var ve bu kişilerin elinde Peygamberimizle yaşanmışlıklar var, duydukları var. İşte muhaddisler bu geniş coğrafyaya yayılan sahabenin bizzat ziyaretine giderek bir hadisi teyit etmeye çalışmışlar. Hadislerde biliyorsunuz iki türlü şey vardır. Bir hadisin senet kısmı vardır, bir metin kısmı vardır. Senet kısmı işe son muhaddisten başlayıp Peygamberimize kadar gider. O işte Ali, Veli'den duydu. Veli ondan duydu, O Peygamberimizden duydu şeklinde bir mantıktır senet mantığı. Ama burada adı geçenlerin her birinin, her yönüyle şüphe uyandırmayacak şekilde güvenilir olması gerekir. Bunlardan biri, bir hadis var. Bu hadis olduğu söyleniyor ama o hadisi duyan kişi çok fazla değil. Bir duyan bir kişi mesela Yemen’de olduğu söyleniyor. Muhaddis Yemen’e gidiyor ve uzun yolculuklardan sonra o sahabeyi orada görecek ama uzaktan baktığı zaman eline bir tutam ot var, deveye uzatıyor otu. Sonra deve ona uzanacağı, yiyeceği zaman otu geri çekiyor ve diyor ki “Bu bir tutam ot için deveyi kandırmaya çalışıyorsa bana vereceği bilgi sağlıklı olmaz.” deyip kişi ile görüşmeden, konuşmadan geri geliyor. Şunu demek istiyorum, muhaddisler böyle bir titizlik ve güven içerisinde çalışıyorlar ve zaten bu titizlikle ve güven bizim ilmi temelimizin de dayanağıdır. Bunu mesela Hristiyan kültürü çok daha sonra ortaya çıkarıyor. Mesela İncil'in nüshalarının çoğalması ve İznik Konsili çalışmaları bugün, ne diyelim edisyon kritik diyeceğimiz yani eleştirel bilimin oluşması Hıristiyan kaynaklara dayandırılır birçok kaynakta ama bu haksızlıktır. Yine Fuat Sezgin hocanın metoduyla yaklaşacak olursak, biz bunu zaten hadis kültürü üzerinden biliyoruz. Hadis kültürü üzerinden ve bu hadislerin toplanması ve sağlıklı olanların yani sahih olanların oluşturulması gayreti sonraki İslam bilim biliminin de temellerini ve yöntemlerini oluşturan en önemli kaynaklardan birisi olmuştur.