ŞÜKRETTİN
GÜLDÜTUNA

İlk görüşmemdi, ufkum da hayatım da değişti

Röportajlar

Ben 1980'de Frankfurt'a gittim, tıp tahsiline. Orada duydum ki Frankfurt'ta büyük bir Türk alimi yaşıyor. İki arkadaşla gittik oraya, hoca her zamanki gibi sağ olsun talebeleri hep kabul ederdi. Sadece talebeleri değil tabii, ilim aşkı olanı severdi, vakit ayırırdı hakikaten. O zamanlar daha eski enstitüde idi, üniversiteye direk bağlı olan, İlimler Tarihi Enstitüsü’nde. Orada muhteşem büyük bir odası vardı. Odaya girdik, karşı tarafta pencere, önünde hoca masa önünde oturuyor, ortada büyük bir şark halısı ve tepeye kadar duvarda kitaplar. Yani muhteşem bir görünüş, hoca da her zamanki gibi takım elbisesi ve kravatı ile. Sordu ne yaptığımızı. Biz de dedik işte talebeyiz, ben tıp talebesiyim. Hemen en mühim şeyleri bize söyledi, dedi ki “Çocuklar, siz birincisi kitap okumanız lazım, o çok mühim. İkincisi lisan öğreneceksiniz. Bakın, bu Batı medeniyeti, medeniyetini bizim İslam'dan, İslam bilimlerinden aldı, bunların bir keşfi değil, bunlar ilerlediler bu duruma geldiler.” dedi ve direk söyledi “Rönesans tabiri bir palavradır, öyle bir şey yok; bu hepsi İslam bilimine, medeniyetine dayanan bir medeniyet ve onun için bu medeniyeti yabancı görmeyin. Medeniyeti benimseyin, öğrenin ve memleketlerinize aktarın”. O ilk görüşmemdi ve hakikaten ufkumu da hayatımı da değiştirdi Hoca ile görüşmem.

Hoca ile 40 yıllık bir yolculuğun hikayesi

1980’de başladık, o zamandan beri hocadan kopmadım. 38 yıllık bir tecrübem oldu hocayla, beraberliğimiz oldu. O zamanlar daha talebeyken derslerine de katıldım. O, eski enstitüdeyken büyük uzun bir masa vardı. Yirmi kişi etrafına oturuyorduk. Ortada hoca. Hoca da ayakta bize ders verirdi. Almanlar vardı, yabancılar vardı, Türkler vardı. Hatta o zamanlar hocaya söylemiştik, “Hocam...” dedik, “Bize siz din dersi de öğretir misiniz?” Hoca bunu yapması için müsaadesinin olmadığını söylemişti o zamanlar ve Avusturya'dan bir Bosnalı Müslümanı getirdi, Dr. İsmail Baliç. O da bize din dersi verdi. O zamanlar Hilal de katılmıştı, hocanın kızı da din dersine. Oradan devam ettik, Arapça öğrenmeyi denedik enstitüde. Derslerine katıldık. Değişik dersleri, pharmacy, tıp, biyoloji; bu tür dersleri veriyordu bir yaşa kadar. Ondan sonra bıraktı.

Boş geçirdiğim vaktin hesabını Allah'a vermek mecburiyetindeyim

Hocanın bize öğrettiği en mühim şeylerden biri, “İlme nasıl yaklaşılır?” Hoca, çok ilginç bir okuyuş tarzına sahipti. Çok yavaş okurdu ama çok derinden okurdu. Bir okuduğu zaman onu kitabından ayırmak mümkün değildi. Tam kitabın içine dalardı ve hoca bunu ibadet olarak görüyordu, söylemiştir. “Ben ilmi, çalışmayı ibadet olarak görüyorum ve boş geçirdiğim vaktin hesabını Allah'a vermek mecburiyetindeyim.” Öyle görüyordu ve o eski İslam alimleri de böyleydi. Onlar şöhret için, para için ilim yapmıyorlardı. Hatta bir keşif, bir buluş bulduklarında; geceleyin çalıştıktan sonra camiye gidip sadaka para dağıtıyorlardı. Onların devamını da hoca aynı şekilde sürdürdü.

Disiplinin de hocası: Ritter ve sonrası

Şimdi hoca, Hellmut Ritter’i tabii ki İstanbul'da tanıyor ve disiplini, çalışma tarzını ondan öğreniyor. Zaten söylüyor yani, Ritter 30 küsur lisan biliyordu ve herkes biliyor bunu; 12 saat çalışıyorum demiş, Ritter söylemiş “O mümkün değil, günde 17 saat çalışman lazım ki alim olman için.” Hoca da bu tarzda uzun yıllar böyle devam etti ve kendisi de 20 küsur lisan konuşuyordu ve sadece bir kitabı orijinalinden okuyabilmek için lisan öğrendiğini biliyorum hocanın. Yani bir Rus kitabı var, sırf onu okuyabilmek için hoca Rusça öğrenmişti.Epey lisan biliyordu ve okumayı da biliyordu. Hintçe mesela Sun Sacret’i rahat okuyabiliyordu.

Hoca 1960 ihtilalinden sonra Almanya’ya mecburen geldi. Amerika’ya da gidebilirdi, Almanya’yı seçti. Frankfurt’a geldi. Frankfurt'ta da o zamanlar Şarkiyat Bölüm Başkanlığında Prof. Sellheim vardı, altı aylığına Beyrut’a çalışmaya gitti. Frankfurt Üniversitesi Sellheim’ı temsil için hocayı çağırmıştı Frankfurt’a. Ama hocayı bildirmemişler. Sadece altı ay diye. Altı ay geçtikten sonra hoca çok zor duruma geçti. Oradaki işi kapandı. Bunun üzerine Willy Hartner, Bilim Tarihi Enstitü Başkanı hocaya bizimle çalışabilirsiniz diye hocanın çalışmalarını gördü, çok sağlam bir çalışması var, epey lisan biliyor. Öyle insanları bulmak nadirdir ama Sellheim nedense istemedi hocayı. Öbür enstitüye geçti ve Hartner, hocaya epey destek oldu. Hoca’nın Almanya’da ilk hedefi Carl Brockelmann’ın 6 ciltlik eseri Geschichte des arabischen Schrifttums, onu düzeltmekti. Ama sonradan gördü ki düzeltmekle iş bitmiyor; daha derine, daha büyük kapsamlı bir çalışma yapmak lazım. Eserine başladı, bunu Almanlar da duydu tabii ki ve Almanların ağrına gitti. Bir Türk’ün Alman, bilinmiş alimin eserini devam ettirmesi. Karşı çıktılar, heyet kurdular (yedi kişilik bir heyetti galiba), bu ekip Londra’da buluşacaktı ve iş paylaşımı yapacaklardı. Hoca da bunu duydu, o zaman o birinci cilt hemen hemen bitmişti. Bütün notlarını alıp hoca da Londra’ya o heyete gitti. Yaptığı çalışmayı anlattı ve başarılı oldu, ikna edebildi.

Onu düşünmek bile bana güç ve kuvvet veriyor

Fuat Hoca, Ritter hocasına bağlantısı çok mühimdi. Yani onu söylemişti, “O yanımda olmasa bile onu düşünmem, bana güç ve kuvvet veriyor.” diye. Zaten resmi de asılıydı Ritter’in. Hoca, Hellmut Ritter’e çok şeyler borçlu tabii ki. İlme bakması, eserleri okuması, Arap lisanına sevgisi, çalışma disiplini bunların hepsini Ritter’den öğrendiğini söylüyor hocam.

1978’de Kral Faysal Ödülü’nü aldıktan sonra Arap dünyasında hoca epey tanındı. Böylece bu vesileyle de epey yüksek mertebede olan şahıslarla tanıştı, zenginlerle tanıştı. Hatta Suud Kralı’yla bile tanışabildi ve hocanın gönlünde Avrupa’nın merkezinde bir enstitü kurmak vardı ve onu kurmadan önce vakıf kurulması gerekiyordu, paralar toplanması gerekiyordu ve bunu başardı hoca. 81’de vakıf kuruldu ve 82’de Enstitü kuruldu. Bina güzel, Westend’de, üniversiteye yakın, çok klasik mimaride olan, Frankfurt mimarisinde olan bir binası alındı. O düzenlendi, enstitü kuruldu ve bu da kolay iş değildi. Çünkü bunu bilin ki; Frankfurt’ta, Almanya’nın en güçlü Yahudi cemaati Frankfurt’ta yaşıyor ve ilk bunlar karşı çıktı. Buna rağmen, (bu üniversitenin olduğu Westend, Yahudilerin merkezi. Yahudiler Frankfurt’ta Westend’de oturur ) böyle bir yerde Yahudilerin merkezinde, Almanya merkezinde (Onların en meşhur sinagogları da orada) böyle Arap, İslam enstitüsü açılması onların hoşuna gitmedi. Karşı çıktılar, ama bunlara rağmen hoca bunu başardı ve enstitüyü kurabildi. Bu bir mucize. Yani bunu insan istese, milyonları dökse ortaya yapamaz normalde, hoca başardı bunu. Bu da Bir Allah’ın hikmeti.

Dünyaya açılmak gerekiyor

Hoca bu enstitüyü Avrupa'nın merkezi Frankfurt’ta, Avrupa'nın merkezlerinden birinde açmak istiyordu. Öyle bir yerde kurulması hocanın hedefi, İslam medeniyetinin, kültürünün, biliminin Batı dünyasında fazla büyük bir yeri yoktu. Açıkçası bu. Hak ettiği yerde değildi. Onu yerine oturtmak istedi yaptığı çalışmalarla. Çünkü Batı medeniyetinin bastığı zemin İslam, İslam medeniyeti. Onu ilerletmişler ama onu açıkça söylemiyor yani. Gizli tutuyorlar, her bakımdan gizli tutuyorlar ve bunu açmak istedi hoca eseriyle. Büyük bir eserdi ve hocanın eseri, şunu söyleyebilirim Washington’da kendim şahit oldum National Biography’de en baş köşede, düşünün Washington’da ve Yahudilerde bile Kudüs’te de orada da Yahudilerin meşhur kütüphanesi var. Orada da baş köşede hocanın eserleri var. Hoca bunu başardı. Batılılar eserlerin okunmasını, ciltlerinin okunmasını ve takdir edilmesini başardı. Ama yine de ilginç bir şey vardır ki; fazla bahsedilmiyor hocanın eserlerinden, susuyorlar. Bunu da bir kırmak gerekiyor esasında. Bizim burada vakfımız var biliyorsunuz, Fuat Sezgin Vakfı. Şu anda daha fazla Türkiye'ye dönük işler yapılıyor, ama esasında dünyaya da açılmak gerekiyor. Bu eserin dünyada da daha fazla tanınması lazım.

Marco Polo “efsanesinin” çöküşü

Hocam enstitünün kurulmasından iki sene sonra başladı o kitaplardaki gördüğü eserleri, çizimleri üç boyutlu hale getirelim bunları dedi. Gösterelim insanlara. Birkaç aletle başladı bu iş ilk önce. Mühim, nadir aletlerle başlandı. Mesela astrolablarla, onu biliyorum ki bu astrolabun yapısı, hoca değişik, dünyanın değişik yerlerinde yaptırmayı denedi. İlk önce bir İsviçreli bir mühendise yaptırdı mesela, başka yerlerde de. Bu astrolablar bazen iki sene sürdü yapılması. Ama öyle ki gidip geldi, gidip geldi o astrolabla şu anda bir gemici Endonezya’ya da gelebilir misalen. Öyle astrolablar yaptırdı, böyle uydurma değil çalışan astrolab. Bunun yanında değişik maketler yaptırdı; tıp aletleri zaten burada bize de var. Böylece Frankfurt'tan müzede 1000’e yakın alet oluştu, 1000 civarında.  Ama Frankfurt’taki müze, şimdi buradaki müze gibi herkese açık değil. Ancak gruplar, insan önceden bildirirse girebiliyor. Yoksa buradaki müze gibi herkese açık bir müze değil yani.

O öyle, o müzeyle beraber hoca tabii ki bir kitapta çıkardı 5 ciltlik o aletleri anlatan, İslam’da Bilim ve Teknik. Onlar da vesile oldu bu aletlerin dünyada tanınması için. O müzeye tabii ki heyetler geliyordu dünyanın değişik yerlerinden, geziyorlardı, hayran kalıyorlardı tabii ki. Ama buradaki, İstanbul’daki müze gibi her an, her dakika giremiyordunuz.

Fuat hoca tabii ki Carl Brockelmann’ı geçti. Bunu Batı dünyası da böyle kabul ediyor artık. Yani Brockelmann’ın eseri tarihe karıştı. Fuat hocanın eserinde öyle pasajlar var ki bu Batı dünyasını çok sarsıyor. Mesela, en basit aklıma gelen, Marco Polo. Batı dünyası ona inanıyor ki Marco Polo (daha hala öyle kabul ediyorlar) Marco Polo haritaları kendisi çizdi ve Batı dünyasına, dünyayı böyle gösterdi. Bu palavra. Yani hoca bunu öyle gördü ki, öyle çalışmalarda o çıktı ki, Marco Polo İslam alimlerinden çalma. İslam haritaları bunlar ve böyle birkaç tane ifade var. Sırf Marco Polo değil; o enlemlerle, bu astronomiyle çok yani Batı’yı yıkan tezler var ortada. Onun için kabul etseler bile fazla eserden bahsetmiyorlar. Bilenler biliyor ama eserden fazla bahsedilmiyor. Ama yine de en mühim kütüphanelerde mevcut ve bilim adamları da tabii ki bu eserleri kaynak olarak kullanıyor. Tenkit edenler de var şüphesiz, ama o tenkitler ilme dayanmıyor. Daha fazla inançlarına dayanıyor, öyle diyelim.

Masanın üzerinden kaybolan el notları ve Kant’ın besmelesi

Hoca bildiğiniz gibi kütüphanenin yarısını, kütüphanenin tümünü Türkiye’ye getirmek istedi. Yarısı geldikten sonra öbür yarısına ihbar üzerine Frankfurt Havalimanı'nda savcılıktan el koyuldu. Sırf onunla kalmadı; enstitüye de geldi savcılık, odaları da mühürledi, hocanın bütün notlarını aldılar, el masasındaki bütün el yazıları da topladılar ve yazık ki bu 18’inci felsefe cildinin el notları da o masanın üzerindeydi hepsi. Onlar kayboldu. Onlar bir köşede, bazıları diyor yok artık. Ama büyük ihtimalle savcılık onları mühürledi, bir kenara koydu. O el notları tabii ki çok mühim. Çünkü 18’inci cilt Almanların aydınlanma devrini, Almanlara ait olan Kant’a kadar dayanan felsefe hakkında bir kitap vardı, bir kitap yazıyordu ve Kant’ı bile, Kant’ın teorilerinin bile İslam’a dayandığını söylüyordu hoca ve biliyorsunuz o zaten biliniyordu Kant, Gazali’ye çok dayanıyor diye. Kant’ın doktorasının üzerinde besmele de var. Onu da herkes biliyor ve Kant’ın İslam’a yakın baktığı bunlardan belli. İşte bunların hepsi bu notların içerisindeydi ne yazık ki. İnşallah bir gün o notlar yine ortaya çıkar da bir heyet tarafından toparlanıp o 18’ince cildin en azından küçük bir kısmı böyle neşet edilir.

O yüksek ahlak olmasa idi bu eserler çıkmazdı

Amerika’daki Washington’da bir müze kurmak niyetindeydi ve o aletler buraya geldi ve şimdi başka hedefler var. Hocaya çok ödüller verildi biliyorsunuz ve kaç defa başvurdular Alman tebaasına geçsin diye. O hoca bunu hep reddetti. Hoca söylüyordu “Bu eserin bir Türk’ün yazdığı mühim. Onun için Alman tebaasına geçmek istemiyorum.“ ve şunu da söyleyeyim “Yazık ki...” diyordu daha bu müzeler açılmadan, “...Türk vatandaşı benim burada neler yaptığımı bilmiyor Türkler.” diyordu. Bundan 20 sene önce, daha Türkiye’ye adım atmadan ne mücadeleler verdiğini burada hakikatten Türkiye bilmiyordu. Orada bir enstitü kurmak Westend’de daha çoğu Türk bunu bilmez ne kadar zor olduğunu. Yani bilmiyorlar çünkü oraları. Orada bu Almanların karşı çıkmasına rağmen bu araştırmayı yapmak, bütün bu mücadeleleri vermek ve gece gündüz, cumartesi pazar tatil günleri dahil o masa başında bu işi yürütmek hocanın büyük bir başarısı bu. Yüksek ahlak sahibi olduğunu da gösteriyor burada. Kolay bir şey değil bu.

Domates çorbasını evde kendisi yapar, bulaşığı kendi yıkardı

Ben şuna kesinlikle inanıyorum; yüksek ahlak sahibi olmasaydı hoca bu eser ortaya çıkmazdı. Çok büyük bir ahlak var bu işin arkasında. Biliyorsunuz hoca çok zahidane bir hayat yaşıyordu. Hoca öğlen yemeğini evde çorbasını yapıp (o meşhur domates ve şehriye çorbası vardı.) getirirdi, kendisi ısıtırdı, yerdi, bulaşığı kendisi yıkardı, hizmet ettirmezdi. Böyle açık ışık gördüğü zaman kızardı, kapatırdı hemen. Yani çok zahidane bir hayat yaşıyordu hakikatten ve ben hocanın doktorluğunu da yaptım. Beni klinikte araması çok nadirdir. Yani hoca beni aradığı zaman onu biliyordum ki aman şu anda hakikaten bir hastalık var. Ciddi bir durum, yoksa kendisine fazla bakmazdı. Bir gün telefon etti, dedi “Ben size gelmek istiyorum. Bacağım biraz şişti.” “Tabii hocam hemen buyurun gelin.” dedim ben. Geldi baktım sol bacağı böyle iki misli davul gibi şişmiş, kıpkırmızı. Bastırdım bir yerden cerahat akıyor böyle. Kan tahlillerine baktık, çok berbat. Ben dedim “Hocam...” O zamanlarda da hoca 80’in üzerindeydi. “Hocam...” dedim, “benim sizi hastaneye yatırmam lazım. Size infüzyon tedavisi gerekiyor“, hoca hiçbir zaman hastanede yatmak istemedi, o durumda bile. Bütün her şeyi reddetti. İnfüzyon tedavisi yaptık, iyileşti. Bu esnada yine her gün o bacakla Kronberg’de oturuyordu; yani 30 kilometre yaklaşık, işyerine her gün gidip geliyordu yani arabayla ve infüzyona da geliyordu. Yani hocanın büyük bir maneviyatı vardı ve bunun arkasında şu da vardı; “Ben her boş geçirdiğim vakit, dakika için Allah’a hesap vermem lazım.” Yani o çalışmayı hakikatten ibadet olarak görüyordu. Buna hiç şüphem yok. Ancak böyle, böyle bir eser çıkabilir. Bu zihniyetle böyle bir eser ortaya çıkabilir. Yani bunun yanında yine hoca bana bir kere telefon etmişti, “Fena halde öksürüyorum” dedi, “Bir geleyim size.” Baktım hoca zatürre. Yine 80 küsur yaşında, biliyorsunuz zatürreden o yaşlarda insan çabuk ölebiliyor. “Hocam...” dedim “ben sizi hastaneye yatırayım” dedim. “Şey yapalım; İnfüzyon tedavisi, kontrol altında kalın” onu da yine kabul etmedi. Yine infüzyon tedavisi, yine her gün cumartesi pazar dahil gidip geldi ve şeye bile ikna edemiyordum. Yani bir gün 6’ya kadar değil de saat 12’de eve gitsin. Hoca böyleydi. Böyle sağlam bir karakter, ne olursa olsun yazı masasının başında çalışmakta.

Eşi Ursula Hanım ve kızı Hilal hanım çok özel insanlardı

Ursula Hanım, kendisi doktor biliyorsunuz. O da şarkiyatçı ve hocaya baştan beri hep destek olmuştur. Eserlerini okumuştur, düzeltmiştir, hep yanındadır. Yani Ursula Hanım da bu çalışmaların yabancısı değil, içinde. Bunu da bilmek gerekiyor. Ancak böyle tahammül edilebilir buna. O 17 cildin hepsini Ursula Hanım iyi biliyor. Hepsi onun da kontrolünden geçti, düzeltmeler yaptı. Ursula Hanım da bu işin içinde yani. Zaten hoca bu kütüphanenin ismi Fuat Sezgin Sezgin - Ursula Sezgin Kütüphanesi. Sebebi de bu. Yani Ursula Hanım bir ev hanımı değil, o da araştırmacı, o da bu işin içinde ve ilginçtir Ursula Hanım, hoca ile evlenmeden önce Müslümandı. Evlendikten sonra olmadı. Evet çok çok ilginç yani. Ursula Hanım da kendine göre büyük bir şahsiyet.

Hilal Hanım da çok büyük şahsiyetli birisi, onu bilin. Hilal Hanım felsefe okudu, kendi yolunda gitti. Yani o da şarkiyat okuyabilirdi ama o ağırlık felsefe okudu ve Almanya’da meşhur bir yazar. Aşırı bir hayvan sevgisi var. Bütün bu yaşlı hayvanlar için bir çiftliği var. Oraya alıyor öldürülmemeleri için. Bütün hasta hayvanlara bakıyor, şu anda 50’ye yakın hayvanı var. Onlarla uğraşıp duruyor ve bunun yanında tabii ki annesine de şu anda büyük destek. Bütün bu yazışmalarda, biliyorsunuz davalar da var şu anda ortada ve Almanya’da meşhur yazar Hilal Hanım.

Bu kitap doçentlik teziydi. Dünyaca meşhur oldu. Bilmiyorum kaçıncı baskısı. 60’ıncı baskısı mı ne? Mühim bir kitap. Ben de çok mühimsiyorum ve görünüyor ki hoca hakikaten bu İslam dünyasının din kısmına da hâkim, sadece ilim tarihine değil ve onu da çok etkiledi. Hadislere bakışı, dine bakışı, yani sadece şarkiyat ilmi değil, ilahiyat ilmiyle de epey ilerletti hoca hayatında. Nadirdir böyle başarılar, böyle Buhârî’nin kitabı hakkında hocanın yazısı, o da ilahiyat bölümünü çok etkiledi.Evet, hoca “Herkesin hakkının verilmesi lazım.” diyordu. Yani o Batı araştırmacıların da bir katkısı olduysa ilme, onun da hakkını vermek gerekiyor ve çoğunun büyük bir katkısı var. Mühim olan ilim adamının objektif olması gerekiyor, tek taraflı değil. Özellikle yani objektifler orada asılı. Yani İslam dünyasından bir şeyler bulunduysa yani biliyorsunuz ilginç tarafı Şarkiyat bilimi Batılılardan çıkarılma ortaya. Onlar bu çalışmaları başlattı ve onların çalışmaları üzerine çok şeyler dayanıyor. Hocanın çalışmaları da onlarla başladı. Onun için onları eski hocalar olarak çok takdir ediyor hoca ve onun için astı oraya.

Bu Batı kompleksinden çıkmak mümkün

Bu yazdığı eserler, bu 17 cilt, kütüphane, enstitü; gençlerin bakışlarını değiştireceğine inanıyordu ve Batı kompleksinden çözeceklerine inanıyordu, bu kopmalarına inanıyordu. Çünkü hocanın büyük bir tezi vardı, yani gençler bilirse ecdadın neler yaptığını... Çünkü “Bir fert çok şeyler yapabilir.” diyordu hoca. Çok şeyler bir fertten çıkabilir. Ama ona göre o zihniyet gerekiyor. O kompleksler gitsin ve hocanın en mühimsediği şey kitap okumak (Yabancı kitap da okumak, sadece Türkçe değil), yabancı kitapları okumak ve yabancı lisan öğrenmek. Bunlar yapıldıktan sonra dünya açılıyor, dünya penceresi açılıyor ve kompleksi de attıktan sonra insan, komplekssiz bir şey okursa önyargısız çok daha iyi bir şekilde doğru ve yanlış tarafları görüyor. İnsan kendisini kapatmayacak, açacak insan, ufkunu açacak böylece yabancı medeniyeti, yabancı bilimi yabancı olarak görmeyip; doğru, yanlış şeyleri öğrenip benimseyecek. Müslümanların da yaptığı bu. Yani çok şeyleri Müslümanlar icat etmedi. Müslümanlar; Yunanlılardan çok eserleri okuyup, anlayıp, ilerlettiler ve yüksek bir seviyeye getirdiler. Batı dünyasının yaptığı da aynı. İslam'dan aldığı şeyle yaptığı. İslam’dan al-ver. İslam epey ilerletmişti matematikte, geography’de (coğrafyada), çok bilimlerde, tıpta. Onu aldı Batı medeniyeti, ilerletti bu duruma geldiler. Şimdi esasında bizim İslam medeniyetinin, İslam memleketlerinin esas hedefi aynısını yine yapmak. Bu hocanın mesajı gençlere. Onun için bu kütüphaneye çok inanıyordu, yani “Bu kütüphaneye gelip okusunlar.” diyordu. “Görsünler ecdatları neler yapmış.” İslam dünyasının bundan çok faydalanacağına inanıyordu, bakış açısını değiştirecek diye. Hedef bu, yani bir dirilen nesil, diriliş, öyle diyelim. Yenilenme. Hedef buydu. İnşallah yavaş yavaş belki bu 17 ciltlik kitabı gençlere biraz ağır gelir, açıkçası bu. Ama o kitapların yavaş yavaş özleri çıkacak, özetleri çıkacak onları okuyarak belki gençler için iyi bir ders olacak bu.

Washington’a niyet İstanbul’a kısmet

Hocanın niyeti İstanbul’da bu müze açılmadan önce Washington’da bir müze açmaktı. Aletleri de yaptırmıştı. O aletlerin 2 milyon Euro'ya mal olduğunu biliyorum, o civarda. Onların hepsi hazırdı, hedefi hocanın İslam medeniyetinin ne seviyede olduğunu başka memleketlerde de göstermek ve Washington tabii ki en mühim kapılardan biri, Amerika’da sergilemekti. O zamanlar Sayın Kadir Topbaş Başkan, hocaya söyledi ki “Gülhane'de bir bina hazır, binamız var orada İstanbul'da bir müze kuralım.” Hoca da bu fikri çok beğenmişti ve bunun üzerine Washington'da, Washington için ayrılan aletler İstanbul'a geldi.

İstanbul'da, çok şükür İstanbul'a güzel müze açıldı. Ama hedef tabii ki sadece Türkiye değil, bu aletleri bu İslam medeniyetinde başka memleketlerde de tanıtmaktı. Bunun üzerine 200 adet daha yapıldı ve şu anda Frankfurt'ta enstitünün kilerinde bu aletler. Bu aletlerle de seyyar müze düşünülüyor, düşünüyordu hoca ömür yetmedi yazık ki. O seyyar müze Avrupa'daki şehirleri gezip Amerika'da Washington, Chicago, New York oraları gezip İslam medeniyetini göstermekti.

Hocanın, Ritter ile beraber sözleri falan da çok ilginç yani. Hoca, talebe ilişkisi. Onlar beraber biliyorsunuz kütüphanelere gidermiş, anlatmıştır şüphesiz. Kütüphanede yarışırmış hoca, Ritter’le. Ritter sonra “Söyle bakalım Fuat, hangi zamanda bu el yazısı yazılmış?” filan diye. Yani orada belli ki çok sağlam ve güzel hoca-talebe ilişkisi vardı. O da çok mühim, çok etkilemiş hocayı.

Hoca 60 sene boyunca, daha da fazla belki 70 sene boyunca kitap satın almış. Talebeliğinde, gençliğinde başlamış kitap satın almaya. “Param yetmezdi, yine alırdım.” diyordu. “İleri yaşlarda da eşime sormam icap ediyordu.” diyordu. “Çünkü yemek için fazla paramız kalmamıştı, kitap alabilir miyim bu paralarla” diye. Yani hoca 50 bin kitaplık, ciltlik kütüphaneyi böyle toparladı. Kendi paralarıyla, kendi emeğiyle, aç kalmakla. Bunu da insanlar bilsin.

Şimdi hocaya birçok ödül verildi. Bu konuda her zaman hassastır, ödül almak da. Her ödülü de almamıştır. Hesni eyaleti 2010’da hocaya en büyük ödülü vermek istedi. 2010’da da biliyorsunuz İsrailliler, Filistinlilere büyük zulüm yaptılar ve bu zulmü destekleyen Almanya Yahudi başkanı Graumann da vardı ve ona da o gün aynı sahnede ödül verilecekti. Hoca da bunu kabul etmedi “Ben bu insanla aynı sahneye çıkmam.” dedi. Böylece reddetti, olay bu ve bu gösteriyor ki hoca ne kadar büyük bir hassasiyet gösteriyor ödüllere karşı.