MUSA SERDAR
ÇELEBİ

Bilimler tarihi değil, İslam Bilim
Tarihi

Röportajlar

Ben Fuat Sezgin hocamın 1978 yılında ilk defa adını duydum. 1978 yılının Aralık ayında Almanya’ya gittim. Daha önce iki defa gitmiştim öğrencilik yıllarımda. 1978 yılında oradaki Türk derneklerin bir çatı altında toparlanması için gittim. Oradaki Türk toplumun adını bildiği şahsiyetler iş adamları v.s isimleri konuşurken Fuat Sezgin hocamın ismini duydum. Ancak yüzünü 1982 yılının Mayıs ayında görmek nasip oldu. Frankfurt üniversitesi bünyesinde yaptığı çalışmalardan dolayı Kral Faysal ödülüne layık görülüyor. O ödül ile üniversiteye bağlı olarak İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfını kuruyor. Bu ödül medyada yer alınca bizim de ilgimizi çekti. Özellikle İslam Bilim Tarihi yapılıyor olması. Biz de o zaman bir vakıf kurmak gayreti içerisindeyiz. Türk İslam Vakfı kurmak istiyoruz.  Almanya’da okuyan Türk öğrencilerine burs vermek, doktora ve master yapmak isteyenlere yardımcı olmak amacı ile istiyoruz. Bunun için bir tüzük hazırlattık. Müracaat ettik 1 milyon mark istedi Alman vakıflar dairesi. Çok para tabi, bizim de yüz bin mark kadar paramız var. Hem hocamızı tanıyalım hem hocamızın elinde geniş imkanlar var, bize destek olabilir ya da yol gösterebilir diye, tabi hocamı bir ay süreyle her gün aramış olmama rağmen ulaşamadık. Nihayet bizden bıktılar herhalde, dediler hocamız sizi kabul edecek. Mayıs ayı idi iyi hatırlıyorum. Gittim kısa süre bekledikten sonra odasına aldılar, vakıftaki binanın üçüncü katında. Hocamın odasına aldılar. Hiç değişmeyen, bir ömür aynı kaldığı oda. Her tarafı kitaplar ile dolu 24, 25 metrekare diye ölçtüğüm bir oda. Hocamın arkası dönük, kitaplara bakıyor, kitap okuyor. Bir süre bekledim, hoca kitap okumaya devam ediyor. Değerli hocam ben Musa Serdar Çelebi geldim, dedim. Buyurun, dedi yüzünü dönmeden, sizi dinliyorum dedi. İnsan yüzüne bakıp konuşmak istiyor. Değerli hocam müsaade ederseniz falan, dedim. Dinliyorum sizi dedi, bakın zamanım yok, ne istiyorsanız söyleyin. O andan itibaren hocanın kontrolüne girdim, ne diyeceğimi şaşırdım. Çünkü kitapla meşgul, son derece doğal bir insan, aynı zamanda saygı duyacağım bir atmosfer var. Bekliyorum, yüzüme döndü ve anlatsanız ne istiyorsanız söyleyin lütfen. Kısaltarak hemen özetledim, “hocam, biz vakıf kurmak istiyoruz. Almanlar bir milyon mark istedi, bizde yüz bin mark var. Hem sizi tanımak hem de nasıl yardımınız olur, sormak için rahatsız ettim sizi” dedim. “Ne yapacaksınız bu vakıfla” dedi. “Üniversite öğrencilerimize burs vermek istiyoruz. Onların doktora master işlerine yardımcı olmak istiyoruz” dedim. “İşiniz bu mu”, dedi, “insanımızla meşgul olmak istiyoruz” dedim. “Peki” dedi, “zamanım yok, al bir kağıt yaz bakalım” dedi. Hocamın kontrolüne girmiştim artık. Aldım kağıdı, “buyurun” dedim, bir banka numarası söyledi onu yazdım. “Hocam bunu ne yapayım” dedim. “Elinizdeki o yüz bin markı bu hesaba yatırın, sonrasını bize bırakın, siz karışmayın biz gerekeni yaparız” dedi. Ben öylece kalktım, aşağıya kadar inmişim haberim yok. Hocamla tanışmamız böyle başladı. Sonrasında 1998 yılına kadar görüşmemiz olmadı. Çünkü hoca işleri ile çok yoğun bir tempoda oluyordu ve sadece işi ile alakalı görüşmelere zaman ayırıyordu. Gece gündüz ilmi çalışmalar yapıyordu. Ortak tanıdığımız değerli bir doktor olan Prof. Şükrettin Güldütuna’ya, hocamla tekrar görüşmek istiyorum, dedim. Ve ondan sonra hocamla görüşmelerimiz mutad devam etti. Hocam Türkiye’de tanınmaya başlayınca Türkiye’den ziyaretçiler de gelmeye başladı. Ama yine de çok ziyaretçisi olmazdı. Olanların da doğrudan doğruya çalışmalarıyla alakalı ise onları da çok kısa kabul ederdi. Hocamın Türkiye’den ayrılışı onu üzmüştü tabi, ama olayı vaka-i hayriye olarak değerlendirdi. Bizatihi gelişinin ülkesi, halkı ve İslam dünyası için ne kadar hayırlı işlere vesile olduğunu görmesi onu mutlu ediyordu. “Türkiye’de olsam bu çalışmaları yapabilir miyim acaba” diyordu. Evlilik hayatı bile bu çalışmaları için hocaya güzel zemin hazırlamıştı. Malumunuz hoca Almanya’ya gelirken içine bu derdi yükleyerek gelmişti. Yine malumunuz hoca ilk İstanbul’a geldiğinde matematik okumayı istiyordu. Ama Helmutt Ritter’in konferansı onun tüm fikrini değiştirmişti. Tüm dünya o zamanlar İslam dünyasını gerici olarak lanse ederken, bütün güzellikleri Batı’nın yaptığı anlatılıyordu. Bizler dahi hep öyle öğreniyorduk. Oysa Helmutt Ritter bunun hiç de böyle olmadığını anlattığında, hoca tüm fikrini değiştirmiş ve İslam bilimi üzerine okumaya ve çalışmaya karar vermişti.

Hocam her zaman oryantalistleri iki grupta toplardı. Bir tarafta müspet, diğer tarafta menfi oryantalistler. Menfi olanlar gerçekleri bildiği halde İslam medeniyetine olan husumetleri sebebiyle yapılan bilimsel çalışmaları gizleyen adamlar. Bu namusluluğu, bu dürüstlüğü göstermeyen adamlar. Müspet olanlar ise bu eserleri ortaya çıkaranlar, eserlerinde kaynak olarak gösterenler. Bir kısmı da bu eserlerin bütün dünyada tanınması için, gerek çevirileriyle gerek bizatihi kitaplar olarak batı dünyasına kazandırılması için çalışan adamlar. Wildman gibi maketlerini bile yapanlar var. Özellikle Fuat hocam bir coğrafyacıyı saygıyla anardı. Onu güzel örneklerden biri olarak gösterirdi. Bu Rus coğrafyacı Kraçkovski. 19 asırda İslam coğrafyacılarını özellikle Türk coğrafyacıları batıya tanıtmaya adamış insan. Böyle bir çalışmayı İslam, Türk alimleri içinden yapan var mı? O yüzden bu insanlara vefa borcu duymayacaksanız kime duyacaksınız? Fuat hocam bu tarz oryantalistleri ayırır ve saygı gösterirdi. Hocam ilmi çalışmaları yaparken şunu düşündüm diyor. Bu derdi, bu tohumu içimize ekti Helmutt Ritter, o yüzden biz bütün gerçekleri öğrenmemiz lazım Müslüman olarak. Çocuklarımıza öğretmemiz lazım. Onları Batının karşısındaki kompleks duygusundan kurtarmamız lazım.

Bilimler tarihi değil
İslam Bilim Tarihi

Benim yaptığım çalışmaların Batı’da değer bulması için, Batı’da İslam bilim tarihi ile ilgili araştırma yapmış ne kadar ünlü şahsiyet varsa onları araştırmakla işe başladım derdi hocamız. Onlar bu araştırmalarda ne kadar derinlere gidebildiler bilimler tarihinde. 6 ve 7. asırları inceledim, acaba gerçekten İslam bilim çalışmalarına yer verdiler mi diye. Yer verenleri toplayarak eserlerimi onlara dayalı olarak yazdım. Batıda Avicenna olarak tanınan alimin İbn-i Sina olduğunu Türk çocukları bile bilmez ise ne oluyor? Avicenna ile iftihar etme hakkınız olmuyor. Bu bizim İslam alimimizdi. Hocamın üzerinde doktora tezi yazdığı Cabir Bin Hayyan. Cabir Bin Hayyan’a hayrandı hocamız, bütün Avrupalılar da hayran. Avrupalılar onu birbirlerine tanıtıyorlardı. Ben de hocamdan duymuştum ilk defa bunları. Ben hocamın hizmetinde olmaya çalışıyordum. İhtiyaçları için elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordum. Hocam böyleydi devamlı bilgi yağmuru gelirdi bizlere. Bir gün bana bilir misin dedi Cabir bin Hayyan’ı ben de bilmiyorum dedim. Cabir, dünyada ilk defa atomun parçalanacağını söyleyen bilim insanıdır, dedi. Cabir Kuran’ı okuyunca, her şeyi bulabilirim diye herşeye dalıyor. Zaten yüce yaradan Kur’an-ı Kerim’le müthiş bir kudret verdi, hiç bir şey eksik değil dedi Kur’an’da.  Bütün ilimlerin kaynağının bu kitap olduğunu söylüyor. Cabir diyor ki, “biz Kuran’dan beslenerek insanı bile yeniden yapabiliriz”. İşi o kadar ileri götürüyor Cabir. Tabi ki İslam bilimlerinin ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. İslam bilginleri ne yapmışlar, önce tüm dünyadaki kitapları toplamışlar. Sonra kendi dillerine çevirmişler ve bu yeni bilgilerle yoğurarak, bir yaratıcılık devresi başlatıyorlar. Hocam, bu dönemleri bilimler tarihi olarak değil İslam bilim tarihi olarak nitelendirirdi. Zaten bana da İslam bilim tarihçisi diyeceksiniz derdi.

Her daim takım elbise ve kravat ve yemeğe 10 dakikadan fazla zaman ayrılmaz

Hocam yemek, içmek derdi olan birisi değildi. Bir gün kendisini ziyaret ettim. Her zaman takım elbiseli ve kravatı takılı çalışırdı. Neredeyse ömür boyu üzerinden çıkarmadığı hafif soluk yeşil kareli ceketi vardı yine üzerinde bütün fotoğraflarında göreceğiniz. Öğlen vakti ziyaret etmiştim hocamı, ara veriyordur düşüncesi ile. Cebinden ekmeği çıkardı. Halbuki kapıyı açınca odanın öbür tarafında mutfak var. Dolap var her şey var çünkü orada başka çalışanlar da var.  Hocam kendisini oraya hapsetmiş oraya vakitsiz ve izinsiz kimse girip çıkamaz herkes o disiplini biliyor. Cebinden ekmeği çıkardı, Almanların siyah ekmeği olur ondan. Arasına tereyağı ve peynir sürülür öyle yenir. Ben öyle görünce müdahale etmek istedim, hocam tabağa koyayım getireyim size, dedim. “Hayır, benim düzenime karışma” dedi. “Bu benim öğle yemeğim tam 12’de kuşburnu çayı gelir ve bunu onunla yerim” dedi. “Sana da bisküvi ikram edeceğiz” dedi. “Her gün Ursula Hanım hazırlar bana, evden getiririm”. Ben, “hocam bir sıcak çorba falan getirtsek” dedim. Hayır, dedi “benim yemeğim bu, 10 dakikadan fazla yemeğe zaman ayıramayız” dedi. 17 saat çalışıyordu dediklerinde hocam için, abartılıyordur diye düşünülüyor. Ne zaman yemek yiyor ne zaman yatıyor. İşte zamanı nasıl değerlendirdiğini görüyorsunuz.

O heyecanı almış, ne yorulmak ne acıkmak!

Çok iyi hatırlıyorum, 1998 yıllarında hocam sabah 06:30’da başlardı işe, akşam 19:30’a kadar ara vermeden çalışırdı. Bu enstitü için geçerliydi. Evde de gece geç saatlere kadar çalışmaya devam ettiğini biliyorduk. 2003, 2004’lerde sabah 07:30 akşam 17:30’a indirmişti aralıksız çalışmasını, düşünün 84’lü yaşlarında, bu çalışma temposu. Hocam bu heyecanı almış birisi, ne yorulmak, ne acıkmak. Yeni bir bilgi bulunca onu bir an önce yazıya dökmek, herkese ilan etmek heyecanı ile yaşardı. Sonucunu alınca çok mutlu olurdu. “Ben bundan başka hiç bir şeye heyecan duymuyorum, benim bütün heyecanım bu” derdi. “Bu heyecan bu aşk adamı yorar mı” derdi. 84 yaşında,  heyecanını hiç kaybetmemiş, son zamanları İslam edebiyat ve felsefe tarihini yazmaya başlamış, “Cenab-ı Hakk’a çok dua ettim, bana izin vereceğine inanıyorum”, derdi. “Bu eserleri tamamladıktan sonra ben gideceğim.” Cenab-ı Hak dualarını kabul etti galiba bu iki eseri de bitirdi ve Hakk’a öyle yürüdü. Hayatının her saniyesini planlayarak yaşadı hocam.

Zühd hayatı, domates çorbası ve tek sevdiği su böreği

Hocam bilim adamlığı üzerine konuşurken Türkiye’deki bilim hayatı, akademisyenlerimiz, tabi ki içlerinde son derece değerli, ömrünü gerçekten ilme vakfetmiş insanlar olmakla beraber bizim ilim adamlarımızın, okuyanlarımızın çabuk yorulduğunu söylerdi. Aşk ve heyecanın olmayışı ve bu işin nasıl bir ibadet olduğunu anlamadıklarından böyledirler derdi. “Bir ilim adamının zühd hayatı yaşaması gerekir”, derdi. “Dünyadan elinizi ayağınızı çekeceksiniz siz işinize odaklanacaksınız” derdi. Hocam da gerçek bir züht hayatı yaşardı. Onun için “vatanımdan, çok sevdiğim İstanbul’umdan ayrılmak çok üzdü beni ama Allah’a hamd ediyorum ki getirdi beni buraya” derdi. Son derece sessiz sakin bir odada, burayı ana rahmine benzetirdi hocam, “bana bir ömür boyu çalışmayı nasip etti” derdi.  Yemeden içmeden elini ayağını çekmiş biriydi hocam, hiç bir şey yemezdi doğru dürüst. Çorba içecekse bir domates çorbası içerdi. Türkiye’ye geldiği zaman sadece su böreğini çok severdi ve onu yerdi.

Şehrin merkezini bilmiyordu hayatında bir tek ana yol vardı

Hocam, “zühd hayatı yaşayacaksınız, elinizi ayağınızı çekeceksiniz dünya hayatından” dediği zaman, hocamı tanımayanlar bazı şeyleri abarttığını mübalağa ettiğini düşünürlerdi. Benim de ilk zamanlar kalbime böyle şeyler gelirdi çünkü 24 saatini bilmiyoruz ki o ilk yıllarda.

Bir gün Türkiye’den hocamı ziyarete, vakıf yönetiminden bir arkadaşımız geliyor. Bana “Marriott Otel’den yer ayır” dedi. Çünkü evden ofise tek yol kullanırdı ve sadece o oteli görürdü. Güzel bir otel ama dediği tarihte fuar olduğundan yer bulamadım. Gittim aynı mesafede şehrin merkezinde çok lüks bir otelde yer buldum. Ne yaptın oteli dedi, ben de orada yer yoktu şehrin tam merkezinde daha güzel bir otelde yer tuttum, dedim. İsmini söyledim otelin. Hocam şehir merkezi, dedim. Frankfurt’ta yaşayan birinin bilmemesi imkansız bir yer. Acaba yanlış mı telaffuz ettim diye tekrar ettim, işte 500 metre şehrin göbeği diye. Meşhur bir el hareketi vardı, onu yaptı ve bilmiyorum dedi. Dediğim yerden niye tutmuyorsunuz, dedi. Ne diyeceğimi bilemedim, hocamızın şehrin merkezini bilmediğini o gün öğrendim. Ömründe tek yolun dışına çıkmamış. O yüzden bilmiyordu. Zamanı nasıl kullandığına çok iyi bir örnektir bu olay.

“Hocam benim Alman pasaportum var, sanıyorum sizin de!”

Alman devleti tarafından her sene liyakat ödülleri veriliyor. Fuat Sezgin hocamı da bilim alanında yaptığı çalışmalardan özellikle Alman bilim adamlarını da çalışmalarında öne çıkardığı için bu ödüle layık görüyorlar. Ödülü Cumhurbaşkanı verecek. Hocamı arıyorlar özellikle İslam ve Arap dünyası ile ilişkilerimizin düzelmesine sebep oldunuz diyor. Müslüman dünyasındaki bilimsel çalışmaların gün yüzüne çıkması sonucu İslam dünyasında Alman bilim adamları daha çok tanınır oldu ve ilişkilere çok katkısı oldu, bunun mimarı sizsiniz diyor Alman Cumhurbaşkanı. Ve törene katılan hocama ödülü takdim ediyor.  Benzer bir ödül de Wisbaden’de veriliyor hocama. Yine ödül törenine davet ediliyor. Ama daha önceden programlanmış bir çalışması olduğu için ödül almaya gitmiyor hocam. İlmi çalışması her zaman daha önemli onun için.

Hocama Alman cumhurbaşkanlığı tarafından Alman vatandaşlığı teklifi yapılıyor. Hocam çok diplomatik bir dille teklifi geri çeviriyor. Alman Cumhurbaşkanına “sizin ve sizin halkınızın gurur duyacağı, iftihar edeceği birçok bilim adamı var. İstiyorum ki Türkiye cumhuriyeti ve benim vatandaşlarım da benimle iftihar etsin. ” diyor.

İlk defa hocamı getiriyorum, Almanya’dan Türkiye’ye geliyoruz, benim Alman pasaportum var. Başımdan geçen olaylar sebebiyle Alman vatandaşlığını daha önceden almıştım. Maalesef 12 Eylül darbesinden dolayı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmıştım cuntacılar tarafından. Otomatik olarak yabancı pasaportlar tarafına girdim. Hocamın da mutlaka çifte pasaportu vardır diye düşünüyorum. Tam oraya girince, hocam fark etti, “niye buraya girdik”, dedi. “Hocam benim Alman pasaportum var, sanıyorum sizin de” dedim. Çıkardı pasaportu, “hayır” dedi. “Bir de milliyetçi geçiniyorsun, Alman pasaportu almışsın bak benim Türk pasaportum var ben bununla iftihar ederim”. Bunun özellikle altını çiziyorum. Bunu yaşamış birisiyim.

“Eyvah, senden çok ümitliydim, sen düğüne mi gidiyorsun!”

Bir gün yine Türkiye’deyiz Sefer Turan Bey’in programına gidiyoruz. Program Cumartesi, benim öz yeğenimin düğünü var, hocam devamlı yanında olmamızı istiyor. Bizim için şeref zaten. Sefer beye rica ettim 2- 3 saat olamayacağım, zaten program da uzun sürüyor. Hocama da dedim, 2- 3 saat müsaade istiyorum, kız kardeşimin oğlu evleniyor düğünü var, gidip geleceğim. “Eyvah” dedi, “senden çok ümitliydim, senin çok daha ciddi şeylere zaman ayıracağını düşünüyordum sen düğüne mi gidiyorsun” dedi.” Böyle boş işlere zamanınızı harcamayın” dedi. “Bak ben Ursula hanımla iki saat içinde evlendim” dedi.

“Ursula Hanım'a sizin de büyük borcunuz var”

Madem Ursula hanımı hatırladık, Ursula hanıma çok büyük sevgisi ve saygısı vardı. “Çok müteşekkirim” derdi, “benim Ursula hanıma borcumu ödemem imkansız” derdi. “Ama unutmayın” derdi, “sadece benim değil sizin de büyük borcunuz var”. “Benim mi” derdim, “senin ve bütün Türklerin, bütün Müslümanların” derdi.  “Çünkü bana bu kadar anlayış göstermeseydi bu çalışmaları yapamazdım. Türk hanımlarını da çok beğenirim ama düğüne giderdiniz, eğlenceye giderdiniz, kitaplar kalırdı.” Ursula hanımdan Allah razı olsun, gerçekten hocama müthiş destek olmuş. Büyük anlayış göstermiş. Düşünebiliyor musunuz, birisiyle evleniyorsunuz, hayat arkadaşınız ve onu bir daha görmüyorsunuz. Hocam, “bir kere olsun şikayetini duymadım, beni her zaman destekledi” derdi. 1965’te evlendiler. 1967’de Hilal Sezgin dünyaya geldi. Şu an Almanya’nın meşhur yazarlarındandır hocamızın kızı. Hocamızın adını yaşatacak kızımız Hilal Hanım, o da o iklimde dünyaya geldi, o iklimde büyüdü. Maşallah babası ve annesi gibi çok kıymetli, çok meşhur yazar oldu Almanya’da.

“Başbakan bütün randevularını iptal etmiş, bu gerçek mi”

Sayın cumhurbaşkanımıza hepimizin şükran borcu var. Onun samimi kucaklaması olmasaydı hocamı belki bugün olanların hiçbiri olmayacaktı. Çünkü Fuat hocamız prensiplerine çok bağlı, zamanının her saniyesine bizim tasavvur edemeyeceğimiz kadar önem veren bir hoca. İlk defa hocamızı Almanya’da ziyaret eden kişi o zamanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş. Tabi ki devletin ve AK Parti’nin bir üyesi olarak ziyaret ediyor ve hocamıza hayran oluyor. “Hocam İstanbul dünyanın merkezi, sizi İstanbul’a davet ediyoruz. Gelin buradaki müzeyi oraya da yapalım, hazırız” diyor.  Bunu büyük bir rahatlık içinde söyleyince. Tabi daha önceleri ara ara gelenlerin bir daha arayıp sormamasını da bilen hocam, Kadir Bey’i de bir vaatte bulundu gitti gibi değerlendirmiş. Kadir Bey İstanbul’a döndükten sonra tekrar arayıp davetini yenileyince bunu bana söyledi hocam, ne diyorsun gidelim mi diye. Daha önce bir kere TÜBA’nın bir konferansına gelip gidiyor. Türkiye arzusu var.  Yaptığı çalışmaların İslam dünyasının en büyük ülkesi olan Türkiye’de bilinmesini istiyor. Bir gerçek var, eksiklerimize rağmen bugün bile İslam dünyasının en güçlü, en büyük ülkesi olan Türkiye artık. Türkiye’de bunların yazılması, konuşulması ve bilinmesini istiyor ama o alakayı görmesi lazım. Boşa zaman harcamak istemiyor. Ciddi bir muhatap görmek istiyor. Ben de kendisine, hocam, Kadir Bey bunu kendiliğinden söylemez, eminim ki Başbakanımızın haberi var. Böyle yürüyecek bu işler, bir davet alınmış icabet etmek düşer. Gidelim görelim, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı bunu istiyorsa bunu yapacak gücü vardır. Problem olacağını sanmıyorum, ellerinde imkanlar var, dedim. “Peki” dedi, “gidelim”. Randevular alındı, görüşmeler yapıldı. Ben de hocamla geliyorum. Hocam ileri yaşlarda. Bahsettiğimiz 2007’ler.

Hocamla beraber geldik. Topkapı Sarayı’nda buluşacağız. O zaman İlber Ortaylı hocam Topkapı’nın müdürü. Böyle bir uygulamaya İlber hocayla başlandı, iyi hatırlıyorum. Tam 11:00 denmiş, biz galiba 11:00’e çeyrek kala gittik. Sağolsun İlber hocam bizi karşıladı fakat 11:00 oldu, diğer misafirler yok. Hocam biraz bekledi gözüme baktı ne oluyor gibisinden, dedim hocam gelecekler. Bu arada Kadir Bey’in özel kalemi ile de görüşüyorum. Geliyoruz diyor hakikaten trafik var, İlber hocam trafik var geliyorlar, diyor.  Ama hocamın sabırsızlığı ve gerilmesi herkesi birden tetikledi. Çeyrek geçti ben kalkıyorum dedi hocam. Yoldalar geliyorlar, gelecekler. Tamam artık bu ciddiyetsizlik dedi, ben Almanya’dan geldim, bunun izahı yok kalkıyoruz dedi ve kalktı. Dışarı çıktık gelen giden yok. Daha sonra gelinmiş ama maalesef böyle bir şey yaşadık. Hocam, “hemen biletlerimi değiştir akşama gidiyorum Almanya’ya, bu ülkede bir şey yapılamaz” dedi. Ben de toplantıdan sonra Başbakanımızı haberdar ederiz, müsaitse onu ziyaret ederiz diye niyetim var ama teşebbüste bulunmamıştım. Hocamın da dönmesini istemiyorum. Bu gelişimizde hayırlı olacak yüzde yüz inanıyorum ama bir aksilik işte, biliyorsunuz İstanbul’u…  Hemen Nabi Avcı Bey’i aradım o zaman Başbakanımızın başdanışmanı ve aynı zamanda yakınında bulunduğu için. Nabi Bey eski dostumuzdur, sevdiğimiz, saygı duyduğumuz bir insan. Ona rahat ulaşabiliyorum ama telefonlarıma cevap vermiyor.  Sanırım bir toplantısı falan var. Kulakları çınlasın Akif Gülle’yi buldum. O zamanlar yine bir konuda beraber çalışıyoruz. Akif Bey’e dedim ki, “ne yap et, Ankara’dasın, git başbakanımızla görüş, Nabi Bey’i de haberdar et, Fuat hocam burada, bir aksilik yaşandı. Almanya’ya dönmeye karar verdi. Biz başbakanımız sizinle görüşmek istiyor, dedik. Randevu bekliyorum yoksa hocamı kaybedeceğiz.” Hocama, “ben size söylemeyi unuttum, başbakanımız sizinle görüşmek istiyordu. Ben şimdi oradan haber bekliyorum bu bileti hemen değişmeyelim” dedim. “Hayır, hayır gidiyoruz” dedi. Biraz bekleyelim, “haber gelmez ise tamam” dedim. Allah razı olsun Akif Bey’den, Nabi Bey ile de görüşmüşler, beni bir saat sonra aradılar. Ertesi gün sizi Başbakanlıkta bekliyoruz, dediler.  Tabi dünyalar benim oldu o zaman. Dedim, hocam Başbakanımız sizi yarın Ankara’da bekliyor, şahsen kabul etmek istiyor, bütün randevularını iptal etmiş. “Bu gerçek mi” dedi hocam, “bunu şakası olmaz”. “İnşallah yarın orada olacağız” dedim. Ankara biletlerini aldık. Ertesi gün Ankara’ya gittik. Sayın Başbakanımız, Allah razı olsun çok güzel bir şekilde karşıladı, hocamın elini öptü. Nabi Bey de o anda hazır bulunuyordu. Hep beraber orada görüşme yapıldı. Başbakanımız hocama, “ne istiyorsanız burada hepsi yapılacak, müze ve daha ne arzu ediyorsanız hepsi yapılacak” dedi. “Siz kalın, ne gerekiyorsa hepsi yapılacak” dediler ve hocama çok güzel hediyeler takdim ettiler.  Bir saatlik sohbetten sonra biz adeta kuşlar gibi kanatlandık ve İstanbul’a döndük.

Hocamızın ondan sonra müze çalışmaları başladı. Hakikaten sayın Başbakanımız hep işin arkasında durdu. Gülhane, hasbahçedir, saraya aittir, hemen mekan tahsis edildi. Ve bugünkü müze binası yapıldı. Arkasından vakıf kuruldu. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı olarak kuruldu. Allah’a şükürler olsun, Fatih Sultan Mehmet Üniversitesine bağlı olarak Enstitü oluştu. Şu anda bilimsel çalışmalar yapan öğrenci kadroları da oluştu. Arkasından çok daha muazzam ve işi tamamlayacak adımdı, bilim tarihi ile ilgili hocamın araştırmalarıyla buldukları, ortaya çıkardığı bütün eserler ki çoğunun tıpkı basımlarını yaptırmıştı. Neredeyse çok büyük bir bölümünü Türkiye’ye getirdik. Gülhane’de müzenin yanına kütüphane yapıldı. İslam bilim tarihi açısından temel kaynakların neredeyse tamamını muhafaza eden bir kütüphane oluştu.

Almanya’da tutsak kalan kitaplar

Kitapların durumuna da bir değinelim. Almanya’da hocamın kitapların bir kısmına el konulması orada da rahatsızlık oluşturdu. Kitapların el konulmasını isteyen savcı o kitapların enstitünün malı olduğunu, dolayısıyla Almanya’ya miras kalmalı diye el koydu. Oysa kitapların birçoğu hocanın bizzat kendi parasıyla aldığı kendine ait kitaplar. Zaten Türkiye’ye getirmek istedikleri de onlardı. Hocam kitapları orada zaten ikiye ayırmıştı. Enstitü’nün parasıyla alınanlar yine Enstitü’de kalacak. Hocam zaten vakıftan maaş almazdı.  Vakıf üniversiteye bağlı olduğu için zaten üniversiteden maaş alıyorum diyerek vakıftan maaş almazdı. Kendi kitaplarını da kendi maaşı ile alırdı. Enstitü’de bile ayırmıştı kitapları, herkes bilirdi, beyaz bantlı olanlar hocamın kitapları. Zaten buraya getirmeye çalıştıklarımız sadece onlardı. Engel olunan da bu kitaplar, o yüzden büyük bir haksızlık var. Kesinlikle el konulanlar geri alınacak ve Türkiye’ye getirilecek. Çünkü Almanya’da hukuk var. Hocamın mirası ve hatırası burada yaşayacak inşallah.

Hocamın çalışmaları gittikçe derinleşmeye başlayınca, özellikle Buhari’nin Kaynakları üzerine yaptığı çalışma, o da doktora tezine dönüşmüş zaten son derece başarılı bir şekilde tamamlanınca dikkatleri çekiyor. Mecazü’l Kur’an üzerine bir tez yazıyor hocam, orada özellikle filolojik bir analiz üzerinde duruyor. O güne kadar özellikle Batı dünyasında Müslüman alimlerin çalışmaları sözlü kaynaklara dayanır diye bir inanış var, hocam bunun tam tersini görüyor bu çalışmalarında. Ve heyecandan iki, üç gün uyuyamıyor. Çünkü tüm çalışmaların aslında yazılı kaynaklara dayandığını görüyor. Arkasından esas projesi olan Carl Brockelmann’ın G.A.L eserini genişletmek için yola çıkıyor. Ve eserde çok sayıda yanlışlar ve eksiklikler tespit ediyor. Bu eseri düzeltmek yerine yeniden yazmak istiyor. Çünkü birçok yazılı kaynağa başvurulmadığını görüyor. Ve 17 cilt olacak eserine başlamış oluyor. Ciltler ortaya çıkmaya başladıkça tüm dünyanın ilgisi hocama yöneliyor. Özellikle Arap dünyası çok ilgi gösteriyor. 1978 yılında Kral Faysal ödülünü hocama takdim ediyorlar. Buradan gelen kaynağı hocam yine İslam bilimi yapabilmek için, Enstitü’nün kurulması için kullanıyor. Kendisi bir kuruş bile almıyor. Çünkü Almanya’da bir enstitü, bir kürsü kurmak isterseniz bütçesini siz karşılamalısınız. Hocam da İslam bilimi üzerine çalışmalar yapabilmek için vakfa bağlı bir enstitü kuruyor bu kaynakla. Hocam bu çalışmalarla, kitaplarla Türk ve İslam dünyasının yeniden dirilişini sağlamıştır. Biz bu çalışmalarla, bu bilgilerle diriliyoruz.

En büyük vasiyeti neydi?

Hocam bu enstitüde geçen altmış yılı, hep büyük bir heyecanla anlatırdı. “Yorgunluk nedir bilmem, Batı karşısında kendini küçük gören insanımı, bir Müslümanı gördüğüm zaman benim yaptığım bu çalışmalara ne kadar çok ihtiyaç olduğunu düşünürdüm. O yüzden yorgunluk nedir bilmezdim. Bu çalışmalarımın bir tek hedefi vardı. Batı’nın haketmediği üstünlük duygusu karşısında Müslümanları haketmedikleri kompleksli duygudan kurtarmak. Onların başlarını dik tutarak yürümelerini temin etmek. Benim maksadım gelecekte neler yapılabileceğine kaynak sunmak. Geçmişle övünüp yatmak değil maksat.  Batı bizim kaynaklarımızı kullanarak, öğrenerek, çalışarak bizi geçti. İşte bizde çalış diye öğüt veren dinin mensupları olarak yeniden kalkacağız. İşte bu yüzden ben yılmadan çalıştım yorgunluk nedir bilmedim” derdi hocam.

Fuat Sezgin hocamız yeniden kuracağımız medeniyetimizin lokomotifi. Eserlerinin liselerde, ortaokullarda ders olarak okutulması son isteklerinden biriydi. Eğitimde verilen yanlış bilgilerin yerine tüm dünyayı aydınlatan İslam alimlerinin yaptıklarını, yani doğru bilgileri vermemiz lazım derdi. Bizim çocuklarımız Galileo öğreneceğine El Memun öğrenseydi, Cabir bin Hayyan, Cezeri öğrenseydi bütün bu geri kalmışlığın müsebbibi dindir söylemlerine de fırsat verilmemiş olunacaktı. Hocamın en büyük vasiyeti buydu. Bütün eğitim sisteminde bu kaynakların yer alması ve eğitimin yeniden düzenlenmesi. İşte gelecek o zaman aydın olacaktır inşallah.