Oğuzhan Tuğrul Yılmaz

Araştırmacı

Girit, Mısır, Trablusgarb ve İstanbul hattında, omuzda bir tüfek

 

Yakın dönem tarihimiz içerisinde çok sayıda kahramanımız vardır. Bu kahramanlarımızdan bir tanesi de Sudanlı Musa’dır. İngilizlerin 19. yüzyıldaki sömürgecilik faaliyetleri Osmanlı Devleti’nin Mısır ve Sudan’daki topraklarını tehlikeye sokmuştur. İngilizlerin buradaki işgal planları bölgedeki Afrikalı Müslümanlara çok ciddi sıkıntılar vermektedir. Mısır ve Sudan gibi Osmanlı toprakları üzerindeki İngiliz faaliyetleri sebebiyle çok sayıda Sudanlı Müslüman farklı Osmanlı vilayetlerine göç etmek durumunda kalmıştır. Böyle bir atmosferde Sudanlı Musa’nın babası Girit’e, dedesi ise Mısır’a göç etmek zorunda kalmıştır. Musa 1880’li yılların başında Girit’te dünyaya gelmiştir. Babasını erken yaşta kaybetmiş, babasının vefatından sonra dedesinin yanına Kahire’ye yerleşmek zorunda kalmıştır. Kahire’de Musa çocukluk yaşlarını geçirmiş ve bir Türk mahallesinde büyümüştür. Dolayısıyla oradaki arkadaşları Türk çocuklarından oluşmuş ve Musa da bu sayede çok güzel Türkçe öğrenmiştir. İri yapısı, uzun boyu, askerliğe olan ilgisi onu Osmanlı Devleti’ne hizmet etmeye sevk etmiştir. Gençlik yıllarında Mısır hidiviyet sülalesinden Ömer Tosun Paşa’nın hizmetine girmiştir. Ömer Tosun Paşa’yı daha sonra Trablusgarp Savaşı sırasında bölgedeki Türk subaylara olan yardımlarıyla göreceğiz. Ömer Tosun Paşa’nın bir süre maiyetinde bulunduktan sonra 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’ı işgal hareketleri Afrikalı Müslümanlar arasında ciddi bir üzüntü ve endişe yaratmıştır. İstanbul’dan ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden bölgeye giden genç Türk subayları bölgedeki Afrika Müslümanlarını teşkilatlandırarak İtalyanlara karşı destansı bir direniş sergilemişlerdir. Musa da bu mücadele içerisinde Kahire’den sırtına tüfeğini asıp “Bu mücadelede ben de varım!” diyerek sınırı geçmiş ve Trablugsarp’ta Osmanlı kuvvetlerine katılmıştır.

Kimle birlikte hareket ediyordu?

Trablusgarp Savaşı’nın bölge Müslümanları üzerinde yarattığı endişeyle birlikte İslam dünyasının önde gelen isimlerinden birçoğunu Trablusgarp Savaşı sırasında İtalyanlara karşı savaşırken görmemiz mümkün. Bunlara örnek vermek gerekirse, Tunus’ta Fransızlara karşı bağımsızlık mücadelesinin liderlerinden Şeyh Salih Şerif Tunusi yine aynı şekilde 1830’da Fransızlar Cezayir’i işgal ettiği zaman Cezayir Bağımsızlık Mücadelesi’nin liderlerinden Emir Abdülkadir el Cezayiri’nin oğlu Emir Ali Paşa, Kuşçubaşı Eşref Bey’le bilikte Trablusgarp’a geçmişlerdir. Kuşçubaşı Eşref Bey ilerleyen yıllarda Teşkilatı Mahsusa’nın çok önemli isimlerinden bir tanesi haline gelecektir. Musa burada Kuşçubaşı Eşref’le tanışmış ve gerek Derne, gerek Tobruk, gerek Bingazi’de birçok cephede birlikte mücadele ederler. Aralarındaki ilişki adeta bir baba oğul, bir ağabey-kardeş ilişkisi gibidir. Zaten burada birbirlerine bağlanacaklar ve ölene kadar da cepheden cepheye birlikte koşturacaklardır.

Musa’nın Trablusgarp’taki kahramanlıkları bölgedeki Türk subayları arasında ve Senusiler arasında dilden dile anlatılmaktaydı. Özellikle Kuşçubaşı Eşref ve bedevilerle birlikte İtalyanlara karşı gerçekleştirdikleri gece baskınlarıyla ünlenmişlerdi. Tabii iri yapısının gereği -2 metre 10 santimetreye yakın boylu ve iri cüsseli- çok sayıda İtalyan askerini sırtlayıp esir aldığı, Türk tabyalarına taşıdığı olmaktaydı.

 

“Eşref’in Arap komandosu”

 

Trablusgarp Savaşı sırasında eldeki imkanlar çok kısıtlı idi. Gerek maddi anlamda, gerek silah ve cephane anlamında. Bölgedeki Türk subaylarının silah ve cephane tedariki çok zor durumlardı. Çok zor şartlar altında gerçekleşiyordu. Tabii böyle olunca kendilerince bir formül buluyorlar ve İtalyanlardan gece baskınlarıyla gerek subay kıyafetleri, gerek asker kıyafetleri, gerek tüfekler, gerek el bombaları, makineli tüfekler alarak kendileri kullanmaya başlıyorlardı. Hatta bölgeye gelen gazetecilerden biri Kuşçubaşı Eşref Bey’le yaptığı bir mülakatında şunu soruyor. Diyor ki “Buradaki idamenizi nasıl devam ettiriyorsunuz? Yani kıyafetleriniz silahlarınız...” Eşref Bey de şöyle cevap veriyor: “İslam dünyasından gelen yardımlar bir yana onlar bizim toprağımıza göz dikti. Biz de onların silahlarını ve cephanelerini alıyoruz.”

Bölgedeki Türk subaylarının en büyük dayanaklarından bir tanesi Senusiler. Osmanlı Devleti’nin bölgedeki İngiliz ve Fransız işgal ve sömürü hareketlerine karşı Senusiler çok ciddi bir müttefik. Zaten Senusi tarikatının başındaki Şeyh Ahmet Şerif es-Sunusi’yi ilerleyen yıllarda Milli Mücadele’de de görüyoruz. Milli Mücadele’de ciddi destekleri olduğunu biliyoruz. Bölgedeki Senusiler Türk subayların emrine giriyorlar ve Türk subaylarının teşkilatlandırmasıyla İtalyanlara karşı adeta birer savaş makinesine dönüşüyorlar.

 

 

“Trablusgap başkaydı, biz ayrılırken Trablusgarp da bizimle birlikte ağladı.”

 

Trablusgarp’taki bu ciddi direniş gerçekten ahlaki seviyesi çok yüksek bir direniş. Hatta Enver Paşa -o zamanlar Binbaşı Enver Bey- Trablusgarp’a giderken mektuplarında şöyle bir ifade kullanıyor. Trablusgarp zavallı memleket. Kim bilir, belki de kaybettik. Ama biz niçin oraya gidiyoruz? Biz İslam dünyasının bizden beklediği büyük bir ahlaki sorumluluğu yerine getirmek için oraya gidiyoruz. Keza Enver Paşa’nın amcası Kut-ül Amare zaferimizin mimarı olan Halil Kut Paşa da Trablusgarp’la ilgili şu ifadeleri kullanıyor. “Çok hazindir gerçekten bizim Trablusgarp’ı kaybedişimiz. Belki biz Trablusgarp’a şehitlerimizden başka bir şey veremedik. Ama Trablusgarp başkaydı. Biz onlardan ayrılırken Trablusgarp da bizimle birlikte ağladı.”

Tabii Trablusgarp’ta verilen mücadelede İtalyanlar kıyı şeridine hapsoluyorlar ve Trablusgarp’ın iç kesimlerine hiçbir şekilde ilerleyemiyorlar. Ciddi bir başarı sağlayamıyorlar. Yalnız bu sırada Balkanlar’da var olan bir siyasi kriz savaşa dönüşüyor. Dört tane Balkan devleti birleşerek Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ediyorlar. Ve Trablusgarp’taki Türk subayları bu haberi aldığı zaman çok ciddi derecede tedirgin oluyorlar ve Trablusgarp’taki direnişi birkaç Türk subayına bırakarak Balkanlar’a dönmek zorunda kalıyorlar, çünkü İstanbul tehlikede.

Trablusgarp’ta kendisinin emir eri görevini üstleniyor. Hatta kaynaklarda şöyle geçiyor. Musa’yı nitelendirme şekilleri şu şekilde. Eşref’in Arap’ı ya da Eşref’in komandosu sıfatını takıyorlar Musa’ya. Sudanlı Musa Eşref Bey’le birlikte İstanbul’a geliyor. İstanbul’dan ayrılarak birlikte tekrar cepheye gidiyorlar. Balkan devletleri Osmanlı Devleti’nden zorla kopardıkları toprakları kendi aralarında paylaşım kavgasına düşünce İkinci Balkan Savaşı patlak veriyor. Tabii Osmanlı subayları bunu bir fırsat olarak değerlendiriyor ve tabiri caizse Bulgar zulmü altında inleyen Edirne’yi kurtarmak için harekete geçiyorlar. İlerleyen yıllarda Harbiye Nazırı ve Başkomutan vekili olacak Enver Bey’in öncülüğünde Edirne’nin kurtarılması harekatı yapılıyor. Musa’yı yine burda da görüyoruz. Eşref beyle birlikte. Burada görev alan müfrezelerin çoğunluğu gayrinizami harple meşgul. Özel eğitimler almış müfrezeler. Zaten ilerleyen yıllarda Teşkilatı Mahsusa’nın temelini oluşturacak müfrezeler aynı zamanda.

 

Sudanlı Musa Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuran kadronun içinde

 

Edirne’nin geri alınması harekatında bulunan subayların büyük çoğunluğunu Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilatı Mahsusa saflarında göreceğiz. Musa, Eşref Bey’le birlikte Bulgar çetecilerine karşı Edirne’de ciddi anlamda mücadele vererek Edirne Müslümanlarının kurtuluşuna vesile oluyor. Yüzlerce yıllık Müslüman yurdu Edirne’yi, Bulgar çizmeleri altında çiğnenmek isteyen Selimiye Camii’ni Bulgar çetecilerinden temizleyerek Bulgarları ileri itiyorlar ve bununla da sınırlı kalmayarak Batı Trakya Türklerinin kurtuluşuna yetişmeye çalışıyorlar. Burada tarihimiz açısından çok önemli bir gelişme meydana geliyor. Tarihteki ilk Türk cumhuriyeti olan, her ne kadar kısa süreli bir ömrü olsa da Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuruluyor. Bölge Bulgar kuvvetlerinden temizlendikten sonra harekatın öncülüğünü yapan genç subaylar burada bir bağımsızlık ilan ediyorlar ve tarihimizin ilk Türk cumhuriyeti olan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kurmuş oluyorlar. Musa da Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuran kadronun içerisinde yer alıyor. Yani bir Sudanlı aidiyet hissettiği Türk milletinin safında mücadele ederek bir Türk cumhuriyetinin kuruluşunda yer alıyor.

Sudanlı Musa’nın Batı Trakya’daki kahramanlıkları da çok ciddi anlamda bölge halkının üzerinde tesirler bırakıyor. Hatta Eşref Bey Sudanlı Musa’yı hatıralarında şu şekilde tarif ediyor. “Benim yiğit siyahım. İnci gibi kalbi, demir gibi pazusu, aslan gibi yüreği, bir genç kız kadar hassas izzeti nefsi vardı.”

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Osmanlı Devleti bir bağımsızlık mücadelesi, bir beka mücadelesi olarak gördüğü dünya savaşına girmek zorunda kalıyor. Sudanlı Musa da mücadelesini “Bizim mücadelemiz henüz son bulmadı, daha yeni başlıyoruz.” diyerek devam ettiriyor. Tabii Sudanlı Musa Birinci Dünya Savaşı’nda da Kuşçubaşı Eşref Bey’le birlikte Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın en yakın fedailerinden bir tanesi haline geliyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilatı Mahsusa’ya dahil oluyor. Teşkilatı Mahsusa Osmanlı Devleti Harbiye Nezareti’ne bağlı gayrinizami harp, istihbarat ve propagandayla yakından ilgilenen İslam dünyasındaki çeşitli bölgelerde İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar hatta Rusların başına bela olmuş devletin resmi bir teşkilatı. Amacı Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ihtilaller çıkarmak, casusluk faaliyetlerinde bulunmak, sabotajlar düzenlemek.

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında Teşkilatı Mahsusa tarafından bir askeri müfreze teşkil ediliyor. Kuşçubaşı Eşref Bey ve Sudanlı Musa’yı da bu müfrezenin içerisinde birlikte görev yaparken görüyoruz. Söz konusu müfreze İngilizlerle Sina Çölü’nde tabiri caizse köşe kapmaca oynuyor. Çünkü heyetin içerisinde oldukça önemli isimler var. Birkaç tanesinden bahsetmek gerekirse Enver Paşa’nın başyaveri Süvari Binbaşı İzmitli Mümtaz Bey, Çerkez Ziya Bey, Akka Milletvekili ve Dördüncü Ordu Müftüsü Şeyh Esat Şukayr, Süvari Yarbayı Çorumlu Aziz Bey ve İttihat ve Terakki müfettişlerinden Sapancalı Hakkı söz konusu Teşkilatı Mahsusa müfrezesinin içerisinde. Tabi bunlar gayrinizami harp noktasında aralarında uzman isimler olduğu için İngilizlerle çok uzun süre mücadele ediyorlar ve İngilizlere kök söktürüyorlar. Eşref Bey’in komutasındaki söz konusu Teşkilatı Mahsusa müfrezesi Orta Sina’da İngilizlerden birçok bölgeyi ele geçiriyor. Kanal Harekatı’nın öncesinde Türk ordusuna bu başarılar ciddi anlamda moral oluyor.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Sultan Reşat Han’ın ilan etmiş olduğu Cihad-ı Ekber’in çok ciddi anlamda tesiri olmadığı söylenir ama aslında böyle değildir. İlan edilen Cihad-ı Ekber,  özellikle Afrika Müslümanları arasında çok ciddi bir karşılık bulmuştur. Örneğin Sudanlı Musa Kanal Seferi’nde Mısır’da mücadele ederken, Sina-Filistin Cephesi’nde mücadele ederken Darfur Sultanı Ali Dinar, Harbiye Nazırı Enver Paşa’yla mektuplaşarak Afrika gruplar komutanı Nuri Paşa üzerinden bir haberleşme sağlar. Bölgedeki Teşkilatı Mahsusa ajanları Darfur Sultanı Ali Dinar’ı İngilizlere karşı ayaklandırmak için çeşitli faaliyetlerde bulunurlar ve Darfur Sultanı Ali Dinar İngilizlere karşı bir bağımsızlık hareketi başlatır. Ve Padişah Sultan Reşat’ın cihadı ekber ilanını kabul ettiğini ilan eder. İngilizlere karşı yaklaşık bir buçuk sene boyunca savaşır. Fakat sayıca ve teknolojik olarak üstün olan İngilizler bir buçuk senenin sonunda Darfur Sultanı Ali Dinar’ı şehit ederler. Sudan’ın belirli bir bölümünü işgal ederler.

Sina’daki Teşkilatı Mahsusa müfrezesi İngilizlerden birçok yeri ele geçirdikten sonra Musa’nın da içerisinde olduğu müfreze Eşref Bey’le birlikte Birinci Kanal Seferi’ne katılır. Kanal Seferi sırasında İngilizler Süveyş Kanalı’nın Türkler tarafından ele geçirileceğinden çok endişelidirler. Çünkü eğer kanal ele geçirilirse Hindistan’a giden yolları kapanmış olacaktır. Dolayısıyla siyasi ve ekonomik olarak tahakküm altında tuttukları Mısır ve Hindistan bir anlamda İngilizlerin elinden çıkmış olacaktır.

Birinci Kanal Harekatı sırasında Sudanlı Musa yine Eşref Bey’le birliktedir ve taarruz sırasında gösterdiği kahramanlıklardan dolayı şöhret bulmuştur. Herkes onun Birinci Kanal Seferi sırasındaki o fedâkârane hareketlerinden bahsetmektedir.

Teşkilatı Mahsusa gönüllüleri Birinci Kanal Harekatı sırasında tabiri caizse, yangın vatanımızın neresindeyse oradan oraya koşuşturmuşlardır.

 

“Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa, omzundan göğe yükseldi Nebi İsa”

 

Osmanlı Devleti Ortadoğu’da İngilizlere karşı savaşırken bölgedeki Arap aşiretlerinden faydalanmak istemiştir. Burada yine bir Teşkilatı Mahsusa heyetinin tertip edildiğini görüyoruz. Heyeti önemli kılan şey aslında pek bilinmez ama İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy da Teşkilatı Mahsusa heyetinin içerisinde olmasıdır. Hatta burada yine İzmitli Mümtaz Bey, Şeyh Salih Tunusi, Mehmet Akif Ersoy, Sudanlı Musa ve Eşref Bey birlikte uzun bir seyahate çıkarlar. Hicaz ve Necid’de faaliyet gösteren Taşkilatı Mahsusa heyetinin temel amacı şudur. Bölgede Osmanlı Devleti’ne sadık kalmış olan Hail Emiri ve Şammar Aşireti Reisi İbnül Reşid ve Suudları Osmanlı Devleti’yle birlikte savaşmaya teşvik etmek için propaganda faaliyetlerinde bulunurlar. Hatta bu amaçla Necid’e gerçekleştirdikleri seyahat sırasında hem Şammar Aşireti Reisi’yle hem de Suudlarla çeşitli görüşmeler tertip ederler.

Teşkilatı Mahsusa heyetinin Necid’e yaptığı seyahat sırasında Sudanlı Musa’nın en yakın arkadaşlarından bir tanesi İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy olmuştur. Hatta birbirlerini öyle sevmişlerdir ki, seyahat sırasında birlikte ok atmışlar, kılıç kuşanmışlar ve bol bol güreşmişlerdir. Mehmet Akif, Sudanlı Musa’yı çok sevmiş, hatta şu şekilde tarif etmiştir. “Sadakatiyle, boyuyla posuyla, kalbiyle ve ahlakıyla tam bir insan.” Necid seyahati sırasında yazdığı şiirlerinden bir tanesini de ona ithaf etmiştir. Şiir şu şekildedir. “Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa, omzundan göğe yükseldi Nebi İsa” Yani Sudanlı Musa’nın boyuna posuna ve endamına bakarak Eşref Bey’in emir eri Musa, İsa peygambere omuzlarını ödünç verir ve peygamber bu sayede göğe tırmanabilir şeklinde tarif ediyordu.

Birinci Kanal Harekatı sırasında göreve koşan Sudanlılardan bir tanesi de İngiliz askeri birliğinde görevli, daha sonra buradan firar etmiş olan Mehmet Şükrü Mekavi idi. Mehmet Şükrü Mekavi İngiliz askeri birliğinden firar ederek ilan edilen Cihad-ı Ekber doğrultusunda Osmanlı Devleti saflarına geçmiş ve Kanal Harekatı sırasında büyük fedakarlıklar göstererek Kızıldeniz Hecinsüvar Hücum Bölüğü Komutanlığı görevini yerine getirmiştir.

İngilizler Ortadoğu’ya hakim olmak adına bölgede kendilerine destekçiler aramışlardır ve bölgede dağıttıkları altınlar doğrultusunda Mekke Şerifi Emir Hüseyin ve oğullarını yanlarına çekmeyi başarabilmişlerdir. Şerif Hüseyin ve oğulları Osmanlı Devleti’ne isyan etmiş, başlatılan bu isyan Osmanlı Devleti’ni Ortadoğu bölgesinde ciddi anlamda zora sokmuştur. Söz konusu, İngiliz ve Şerif Hüseyin işbirliği gerek Yemen’de, gerek Hicaz’daki Osmanlı Devleti askeri birliklerini ciddi anlamda sıkıntıya uğratmıştır. Tabii isyanın sonlandırılması için ve Yemen üzerinden gerçekleştirilebilecek muhtemel bir harekat için Teşkilat-ı Mahsusa heyeti tertip edilmiştir. Bu Teşkilat-ı Mahsusa heyetinin başında yine komutan olarak Kuşçubaşı Eşref Bey’i görüyoruz. Doğal olarak Sudanlı Musa da her zamanki gibi Eşref Bey’in yanında. Müfrezenin temel görevlerinden bir tanesi Yemen’de bulunan Osmanlı Devleti askeri kuvvetlerine para yardımını ve silah yardımını ulaştırmak. Tabi Teşkilat-ı Mahsusa müfrezesi çok kalabalık. Bu Teşkilat-ı Mahsusa müfrezesinde yer alan gerek Sudan’dan, gerek Bosna’dan, gerek Afganistan’dan, gerekse Arabistan’dan katılan Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarının hepsinin de temel amacı Müslümanların hamisi ve mazlum milletlerin tek sığınağı olarak gördükleri Osmanlı Devleti’nin milli birliği ve bağımsızlığı için mücadele etmek.

Yemen’deki Osmanlı askeri kuvvetlerine silah ve para yardımı ulaştırmak üzere yola çıkan müfreze İstanbul’dan Şam’a hareket etmiştir. Tabii burada İngilizlerin Kızıldeniz kıyılarını ele geçirmesinden dolayı Eşref Bey, söz konusu yere götürülecek olan altınların ele geçmemesi için bir strateji izlemiştir. Kalabalık olan müfreze iki kafileye bölünmüştür. Birinci kafilenin içerisinde Musa yer almaktadır. Yani Eşref Bey bir anlamda en güvendiği adamlarından birisi olan ve kardeşi gibi sevdiği Musa’ya yüz binlerce liralık Osmanlı hazinesini teslim etmiş ve onu Yemen’e göndermiştir. Müfreze Şam’da birbirinden ayrılmış iki kafile farklı güzergâhlardan yola çıkmıştır. Birinci kafile bir gizlilik dahilinde hareket etmiş ve en sonunda Yemen’e ulaşmayı başarmıştır. Fakat ikinci kafile için aynı şeyleri söylememiz mümkün değil. Çünkü 12 Ocak 1917 tarihinde Hayber’de isyancı Emir Hüseyin kuvvetleriyle ve İngiliz kuvvetleriyle karşılaşmalar ve canhıraş muharebelerin sonucunda Eşref Bey’in ikinci kafilesinde yer alan Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarının çoğu şehit düşmüştür. Sağ kalanlar ise isyancı kuvvetler tarafından yakalanarak esir edilmişlerdir.

İkinci kafilenin esir düşmesiyle birlikte Musa ile Eşref ne yazık ki birbirlerini bir daha göremezler. Çünkü isyancı kuvvetler tarafından yakalanan Eşref Bey Malta’ya sürgüne gönderilmiştir. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmek zorunda kalmış, Yemen’de terhis olan kuvvetlerle birlikte Sudanlı Musa da İstanbul’a dönmüştür. Tabii Musa komutanının esir olmasına bakmadan mücadelesine kaldığı yerden tek başına da olsa devam etmiş ve İtilaf Devletleri’ne karşı Osmanlı Devleti’nin birlik ve bağımsızlık mücadelesini sürdürmeyi başarmıştır. Bir Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olması hasebiyle Karakol Cemiyeti’nden arkadaşlarıyla temasa geçmiş ve Milli Mücadele sırasında Milli Mücadele’ye destek faaliyetleri gerçekleştirmiştir. Bu sırada İstanbul’da Eşref Bey’in kendisinin aldığı bir eve yerleşmiş fakat bir fakirlik ve sefalet içerisinde hayatını sürdürmüştür.

İstanbul’da Milli Mücadele’ye destek faaliyetlerine katılan Sudanlı Musa bir gün Beyazıt Camii’nde bir ikindi namazı çıkışında Yemen’de hazineyi teslim ettiği Ali Sait Akbaytogan Paşa’yla karşılaşır. Ali Sait Paşa Musa’yı görünce çok eski bir dostunu görmüş gibi kucaklaşırlar ve Musa’ya ne yaptığını sorar. Musa da işgal yıllarının çok üzücü olduğunu İngilizlerin İstanbul’u işgalinin İstanbul halkını ve Müslümanları çok zor duruma soktuğunu söyler. Ali Sait Paşa da Musa’ya bir iş bulunması gerektiğini, hatta bir emekli maaşı bağlanması gerektiğinden bahis açar. Musa’nın cevabı gerçekten takdire şayandır. “Paşam millet aç. Ben bu fakir millletten emekli maaşı alamam.” Bir süre sonra Ali Sait Paşa Karaköy gümrüğünde hamallar kahyası Ferit Bey’i ziyaret eder. Ferit Bey’e Musa’nın haberi olmadan kendisi de bir süre sonra yanlarına geleceğini ve Sudanlı Musa’ya bir iş teklifinde bulunması gerektiğini ifade eder. Hakikaten bir iki gün sonra Ali Sait Paşa Musa’yı koluna taktığı gibi Karaköy gümrüğüne gider. Karaköy gümrüğünde Ferit Bey’le görüşürler. Ferit Bey de Ali Sait Paşa’yla hiç konuşmamış gibi o büyük kahramanın onurunu zedelememek için “Musa Bey size burada bir kahyalık versek yapar mısınız?” diyerek bir iş teklifinde bulunur. Sudanlı Musa’nın ahlakına binaen verdiği cevap yine çok manidardır. “Benim elim ayağım tutuyor çok şükür. Bana kahyalık lazım değil. Onu ihtiyacı olan yaşlı bir Müslümana verin. Ben burada hamallık varsa yaparım.” der ve iki metre on santimetre boyundaki o müthiş kahraman Karaköy gümrüğünde hamallık yapmaya başlar.

 

“Her teklif herkese yapılmaz”

 

İtilaf Devletleri İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington bir gün Karaköy gümrüğü civarında dolaşırken çok uzun ve iri yarı görkemli bir hamala tesadüf eder ve maiyetindekilere onun kim olduğunu sorar. Yanındaki İngiliz subayları General Harington’a onun Hicaz’da ve Yemen’de İngiliz ajanlarını atlatarak Osmanlı altınlarını kaçıran ve teslim etmeyi başaran Sudanlı Musa olduğunu söylerler. Harington Musa’nın yanına gider ve kendisine maiyetine girmesini teklif eder. Eğer İngilizlerin emrinde çalışırsa ona yüz binlerce altın vereceğini, adeta ihya edeceğini söyler. Ama Musa’nın mücadelesi bitmemişti dedik ya, orada generale adeta tokat gibi bir cevap verir. “Her teklif herkese yapılmaz. Bu sözleriniz ancak beni rencide eder. Benim tek bir devletim var, Osmanlı Devleti. Tek bir bayrağım var, ay yıldızlı bayrak ve de tek bir komutanım var, Eşref Bey. Sizinle mücadelemiz bitmedi ve devam edecek.”

 

Bavulun hülasası:  Bir Türk bayrağı, bir Osmanlı haritası, bir Kuranı Kerim, kefen ve bir fotoğraf

 

Sudanlı Musa gündüzleri Karaköy gümrüğünde hamallık yaparken geceleri de boş durmaz ve Milli Mücadele’ye silah kaçırma faaliyetlerinde bulunur. Milli Mücadele’ye ciddi bir destek veren Sudanlı Musa’nın bedeni savaşlarda, dağ başlarında, çöllerde yorgun düşer, o nazik bedeni daha fazla bu ağır tempoya dayanamaz ve hastalanır. Ali Sait Paşa kendisinin hastalandığını öğrendiğinde “Musa gel seni bir hastaneye yatıralım” teklifinde bulunur ama Musa gerçekten o kadar ahlaklı bir insandır ki verdiği cevap zaten bunu göstermektedir. Ali Sait Paşa’ya şöyle söyler. “Paşam milletim zor durumda. Ben milletime daha fazla yük olamam. Ben giderim. Üsküdar’da bulunan Şeyh Ataoğullu Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ne sığınırım” der. Bir süre sonra hakikaten bavulunu topladığı gibi Üsküdar’da bulunan Şeyh Ataoğullu Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ne sığınır. Tabii burada Özbekler Tekkesi’nin çok ciddi bir önemi var. Özbekler Tekkesi Milli Mücadele’ye subay, milletvekili, silah ve cephane kaçırılmasında büyük bir rol üstlenmiştir. Yani Anadolu’ya geçen subaylar, silahlar ve cephaneler Özbekler Tekkesi üzerinden kaçar. Musa da bir süre burada kalır fakat hastalığı ilerlemiştir. Bir süre sonra burada veremden vefat eder.

Sudanlı Musa Özbekler Tekkesi’nde vefat ettiğinde bavulundan bir Türk bayrağı, bir Osmanlı haritası, bir Kuranı Kerim, kefeni ve Kuşçubaşı Eşref Bey’in, o çok sevdiği komutanının bir fotoğrafı çıkar.

Kuşçubaşı Eşref Bey Sudanlı Musa’nın vefat haberini aldığında son derece üzülür ve şöyle söyler.

“Ben Malta’dan kurtulup Milli Mücadele’nin bayrağını açanlardan biri olma şerefine mazhar olduğum günlerde Musa, Sudanlı Musa, o benim kahraman Arap’ım veremden ölmüştür.”

Girit, Mısır, Trablusgarb ve İstanbul hattında, omuzda bir tüfek

 

Yakın dönem tarihimiz içerisinde çok sayıda kahramanımız vardır. Bu kahramanlarımızdan bir tanesi de Sudanlı Musa’dır. İngilizlerin 19. yüzyıldaki sömürgecilik faaliyetleri Osmanlı Devleti’nin Mısır ve Sudan’daki topraklarını tehlikeye sokmuştur. İngilizlerin buradaki işgal planları bölgedeki Afrikalı Müslümanlara çok ciddi sıkıntılar vermektedir. Mısır ve Sudan gibi Osmanlı toprakları üzerindeki İngiliz faaliyetleri sebebiyle çok sayıda Sudanlı Müslüman farklı Osmanlı vilayetlerine göç etmek durumunda kalmıştır. Böyle bir atmosferde Sudanlı Musa’nın babası Girit’e, dedesi ise Mısır’a göç etmek zorunda kalmıştır. Musa 1880’li yılların başında Girit’te dünyaya gelmiştir. Babasını erken yaşta kaybetmiş, babasının vefatından sonra dedesinin yanına Kahire’ye yerleşmek zorunda kalmıştır. Kahire’de Musa çocukluk yaşlarını geçirmiş ve bir Türk mahallesinde büyümüştür. Dolayısıyla oradaki arkadaşları Türk çocuklarından oluşmuş ve Musa da bu sayede çok güzel Türkçe öğrenmiştir. İri yapısı, uzun boyu, askerliğe olan ilgisi onu Osmanlı Devleti’ne hizmet etmeye sevk etmiştir. Gençlik yıllarında Mısır hidiviyet sülalesinden Ömer Tosun Paşa’nın hizmetine girmiştir. Ömer Tosun Paşa’yı daha sonra Trablusgarp Savaşı sırasında bölgedeki Türk subaylara olan yardımlarıyla göreceğiz. Ömer Tosun Paşa’nın bir süre maiyetinde bulunduktan sonra 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’ı işgal hareketleri Afrikalı Müslümanlar arasında ciddi bir üzüntü ve endişe yaratmıştır. İstanbul’dan ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden bölgeye giden genç Türk subayları bölgedeki Afrika Müslümanlarını teşkilatlandırarak İtalyanlara karşı destansı bir direniş sergilemişlerdir. Musa da bu mücadele içerisinde Kahire’den sırtına tüfeğini asıp “Bu mücadelede ben de varım!” diyerek sınırı geçmiş ve Trablugsarp’ta Osmanlı kuvvetlerine katılmıştır.

Kimle birlikte hareket ediyordu?

Trablusgarp Savaşı’nın bölge Müslümanları üzerinde yarattığı endişeyle birlikte İslam dünyasının önde gelen isimlerinden birçoğunu Trablusgarp Savaşı sırasında İtalyanlara karşı savaşırken görmemiz mümkün. Bunlara örnek vermek gerekirse, Tunus’ta Fransızlara karşı bağımsızlık mücadelesinin liderlerinden Şeyh Salih Şerif Tunusi yine aynı şekilde 1830’da Fransızlar Cezayir’i işgal ettiği zaman Cezayir Bağımsızlık Mücadelesi’nin liderlerinden Emir Abdülkadir el Cezayiri’nin oğlu Emir Ali Paşa, Kuşçubaşı Eşref Bey’le bilikte Trablusgarp’a geçmişlerdir. Kuşçubaşı Eşref Bey ilerleyen yıllarda Teşkilatı Mahsusa’nın çok önemli isimlerinden bir tanesi haline gelecektir. Musa burada Kuşçubaşı Eşref’le tanışmış ve gerek Derne, gerek Tobruk, gerek Bingazi’de birçok cephede birlikte mücadele ederler. Aralarındaki ilişki adeta bir baba oğul, bir ağabey-kardeş ilişkisi gibidir. Zaten burada birbirlerine bağlanacaklar ve ölene kadar da cepheden cepheye birlikte koşturacaklardır.

Musa’nın Trablusgarp’taki kahramanlıkları bölgedeki Türk subayları arasında ve Senusiler arasında dilden dile anlatılmaktaydı. Özellikle Kuşçubaşı Eşref ve bedevilerle birlikte İtalyanlara karşı gerçekleştirdikleri gece baskınlarıyla ünlenmişlerdi. Tabii iri yapısının gereği -2 metre 10 santimetreye yakın boylu ve iri cüsseli- çok sayıda İtalyan askerini sırtlayıp esir aldığı, Türk tabyalarına taşıdığı olmaktaydı.

 

“Eşref’in Arap komandosu”

 

Trablusgarp Savaşı sırasında eldeki imkanlar çok kısıtlı idi. Gerek maddi anlamda, gerek silah ve cephane anlamında. Bölgedeki Türk subaylarının silah ve cephane tedariki çok zor durumlardı. Çok zor şartlar altında gerçekleşiyordu. Tabii böyle olunca kendilerince bir formül buluyorlar ve İtalyanlardan gece baskınlarıyla gerek subay kıyafetleri, gerek asker kıyafetleri, gerek tüfekler, gerek el bombaları, makineli tüfekler alarak kendileri kullanmaya başlıyorlardı. Hatta bölgeye gelen gazetecilerden biri Kuşçubaşı Eşref Bey’le yaptığı bir mülakatında şunu soruyor. Diyor ki “Buradaki idamenizi nasıl devam ettiriyorsunuz? Yani kıyafetleriniz silahlarınız...” Eşref Bey de şöyle cevap veriyor: “İslam dünyasından gelen yardımlar bir yana onlar bizim toprağımıza göz dikti. Biz de onların silahlarını ve cephanelerini alıyoruz.”

Bölgedeki Türk subaylarının en büyük dayanaklarından bir tanesi Senusiler. Osmanlı Devleti’nin bölgedeki İngiliz ve Fransız işgal ve sömürü hareketlerine karşı Senusiler çok ciddi bir müttefik. Zaten Senusi tarikatının başındaki Şeyh Ahmet Şerif es-Sunusi’yi ilerleyen yıllarda Milli Mücadele’de de görüyoruz. Milli Mücadele’de ciddi destekleri olduğunu biliyoruz. Bölgedeki Senusiler Türk subayların emrine giriyorlar ve Türk subaylarının teşkilatlandırmasıyla İtalyanlara karşı adeta birer savaş makinesine dönüşüyorlar.

 

 

“Trablusgap başkaydı, biz ayrılırken Trablusgarp da bizimle birlikte ağladı.”

 

Trablusgarp’taki bu ciddi direniş gerçekten ahlaki seviyesi çok yüksek bir direniş. Hatta Enver Paşa -o zamanlar Binbaşı Enver Bey- Trablusgarp’a giderken mektuplarında şöyle bir ifade kullanıyor. Trablusgarp zavallı memleket. Kim bilir, belki de kaybettik. Ama biz niçin oraya gidiyoruz? Biz İslam dünyasının bizden beklediği büyük bir ahlaki sorumluluğu yerine getirmek için oraya gidiyoruz. Keza Enver Paşa’nın amcası Kut-ül Amare zaferimizin mimarı olan Halil Kut Paşa da Trablusgarp’la ilgili şu ifadeleri kullanıyor. “Çok hazindir gerçekten bizim Trablusgarp’ı kaybedişimiz. Belki biz Trablusgarp’a şehitlerimizden başka bir şey veremedik. Ama Trablusgarp başkaydı. Biz onlardan ayrılırken Trablusgarp da bizimle birlikte ağladı.”

Tabii Trablusgarp’ta verilen mücadelede İtalyanlar kıyı şeridine hapsoluyorlar ve Trablusgarp’ın iç kesimlerine hiçbir şekilde ilerleyemiyorlar. Ciddi bir başarı sağlayamıyorlar. Yalnız bu sırada Balkanlar’da var olan bir siyasi kriz savaşa dönüşüyor. Dört tane Balkan devleti birleşerek Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ediyorlar. Ve Trablusgarp’taki Türk subayları bu haberi aldığı zaman çok ciddi derecede tedirgin oluyorlar ve Trablusgarp’taki direnişi birkaç Türk subayına bırakarak Balkanlar’a dönmek zorunda kalıyorlar, çünkü İstanbul tehlikede.

Trablusgarp’ta kendisinin emir eri görevini üstleniyor. Hatta kaynaklarda şöyle geçiyor. Musa’yı nitelendirme şekilleri şu şekilde. Eşref’in Arap’ı ya da Eşref’in komandosu sıfatını takıyorlar Musa’ya. Sudanlı Musa Eşref Bey’le birlikte İstanbul’a geliyor. İstanbul’dan ayrılarak birlikte tekrar cepheye gidiyorlar. Balkan devletleri Osmanlı Devleti’nden zorla kopardıkları toprakları kendi aralarında paylaşım kavgasına düşünce İkinci Balkan Savaşı patlak veriyor. Tabii Osmanlı subayları bunu bir fırsat olarak değerlendiriyor ve tabiri caizse Bulgar zulmü altında inleyen Edirne’yi kurtarmak için harekete geçiyorlar. İlerleyen yıllarda Harbiye Nazırı ve Başkomutan vekili olacak Enver Bey’in öncülüğünde Edirne’nin kurtarılması harekatı yapılıyor. Musa’yı yine burda da görüyoruz. Eşref beyle birlikte. Burada görev alan müfrezelerin çoğunluğu gayrinizami harple meşgul. Özel eğitimler almış müfrezeler. Zaten ilerleyen yıllarda Teşkilatı Mahsusa’nın temelini oluşturacak müfrezeler aynı zamanda.

 

Sudanlı Musa Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuran kadronun içinde

 

Edirne’nin geri alınması harekatında bulunan subayların büyük çoğunluğunu Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilatı Mahsusa saflarında göreceğiz. Musa, Eşref Bey’le birlikte Bulgar çetecilerine karşı Edirne’de ciddi anlamda mücadele vererek Edirne Müslümanlarının kurtuluşuna vesile oluyor. Yüzlerce yıllık Müslüman yurdu Edirne’yi, Bulgar çizmeleri altında çiğnenmek isteyen Selimiye Camii’ni Bulgar çetecilerinden temizleyerek Bulgarları ileri itiyorlar ve bununla da sınırlı kalmayarak Batı Trakya Türklerinin kurtuluşuna yetişmeye çalışıyorlar. Burada tarihimiz açısından çok önemli bir gelişme meydana geliyor. Tarihteki ilk Türk cumhuriyeti olan, her ne kadar kısa süreli bir ömrü olsa da Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuruluyor. Bölge Bulgar kuvvetlerinden temizlendikten sonra harekatın öncülüğünü yapan genç subaylar burada bir bağımsızlık ilan ediyorlar ve tarihimizin ilk Türk cumhuriyeti olan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kurmuş oluyorlar. Musa da Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuran kadronun içerisinde yer alıyor. Yani bir Sudanlı aidiyet hissettiği Türk milletinin safında mücadele ederek bir Türk cumhuriyetinin kuruluşunda yer alıyor.

Sudanlı Musa’nın Batı Trakya’daki kahramanlıkları da çok ciddi anlamda bölge halkının üzerinde tesirler bırakıyor. Hatta Eşref Bey Sudanlı Musa’yı hatıralarında şu şekilde tarif ediyor. “Benim yiğit siyahım. İnci gibi kalbi, demir gibi pazusu, aslan gibi yüreği, bir genç kız kadar hassas izzeti nefsi vardı.”

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Osmanlı Devleti bir bağımsızlık mücadelesi, bir beka mücadelesi olarak gördüğü dünya savaşına girmek zorunda kalıyor. Sudanlı Musa da mücadelesini “Bizim mücadelemiz henüz son bulmadı, daha yeni başlıyoruz.” diyerek devam ettiriyor. Tabii Sudanlı Musa Birinci Dünya Savaşı’nda da Kuşçubaşı Eşref Bey’le birlikte Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın en yakın fedailerinden bir tanesi haline geliyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilatı Mahsusa’ya dahil oluyor. Teşkilatı Mahsusa Osmanlı Devleti Harbiye Nezareti’ne bağlı gayrinizami harp, istihbarat ve propagandayla yakından ilgilenen İslam dünyasındaki çeşitli bölgelerde İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar hatta Rusların başına bela olmuş devletin resmi bir teşkilatı. Amacı Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ihtilaller çıkarmak, casusluk faaliyetlerinde bulunmak, sabotajlar düzenlemek.

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında Teşkilatı Mahsusa tarafından bir askeri müfreze teşkil ediliyor. Kuşçubaşı Eşref Bey ve Sudanlı Musa’yı da bu müfrezenin içerisinde birlikte görev yaparken görüyoruz. Söz konusu müfreze İngilizlerle Sina Çölü’nde tabiri caizse köşe kapmaca oynuyor. Çünkü heyetin içerisinde oldukça önemli isimler var. Birkaç tanesinden bahsetmek gerekirse Enver Paşa’nın başyaveri Süvari Binbaşı İzmitli Mümtaz Bey, Çerkez Ziya Bey, Akka Milletvekili ve Dördüncü Ordu Müftüsü Şeyh Esat Şukayr, Süvari Yarbayı Çorumlu Aziz Bey ve İttihat ve Terakki müfettişlerinden Sapancalı Hakkı söz konusu Teşkilatı Mahsusa müfrezesinin içerisinde. Tabi bunlar gayrinizami harp noktasında aralarında uzman isimler olduğu için İngilizlerle çok uzun süre mücadele ediyorlar ve İngilizlere kök söktürüyorlar. Eşref Bey’in komutasındaki söz konusu Teşkilatı Mahsusa müfrezesi Orta Sina’da İngilizlerden birçok bölgeyi ele geçiriyor. Kanal Harekatı’nın öncesinde Türk ordusuna bu başarılar ciddi anlamda moral oluyor.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Sultan Reşat Han’ın ilan etmiş olduğu Cihad-ı Ekber’in çok ciddi anlamda tesiri olmadığı söylenir ama aslında böyle değildir. İlan edilen Cihad-ı Ekber,  özellikle Afrika Müslümanları arasında çok ciddi bir karşılık bulmuştur. Örneğin Sudanlı Musa Kanal Seferi’nde Mısır’da mücadele ederken, Sina-Filistin Cephesi’nde mücadele ederken Darfur Sultanı Ali Dinar, Harbiye Nazırı Enver Paşa’yla mektuplaşarak Afrika gruplar komutanı Nuri Paşa üzerinden bir haberleşme sağlar. Bölgedeki Teşkilatı Mahsusa ajanları Darfur Sultanı Ali Dinar’ı İngilizlere karşı ayaklandırmak için çeşitli faaliyetlerde bulunurlar ve Darfur Sultanı Ali Dinar İngilizlere karşı bir bağımsızlık hareketi başlatır. Ve Padişah Sultan Reşat’ın cihadı ekber ilanını kabul ettiğini ilan eder. İngilizlere karşı yaklaşık bir buçuk sene boyunca savaşır. Fakat sayıca ve teknolojik olarak üstün olan İngilizler bir buçuk senenin sonunda Darfur Sultanı Ali Dinar’ı şehit ederler. Sudan’ın belirli bir bölümünü işgal ederler.

Sina’daki Teşkilatı Mahsusa müfrezesi İngilizlerden birçok yeri ele geçirdikten sonra Musa’nın da içerisinde olduğu müfreze Eşref Bey’le birlikte Birinci Kanal Seferi’ne katılır. Kanal Seferi sırasında İngilizler Süveyş Kanalı’nın Türkler tarafından ele geçirileceğinden çok endişelidirler. Çünkü eğer kanal ele geçirilirse Hindistan’a giden yolları kapanmış olacaktır. Dolayısıyla siyasi ve ekonomik olarak tahakküm altında tuttukları Mısır ve Hindistan bir anlamda İngilizlerin elinden çıkmış olacaktır.

Birinci Kanal Harekatı sırasında Sudanlı Musa yine Eşref Bey’le birliktedir ve taarruz sırasında gösterdiği kahramanlıklardan dolayı şöhret bulmuştur. Herkes onun Birinci Kanal Seferi sırasındaki o fedâkârane hareketlerinden bahsetmektedir.

Teşkilatı Mahsusa gönüllüleri Birinci Kanal Harekatı sırasında tabiri caizse, yangın vatanımızın neresindeyse oradan oraya koşuşturmuşlardır.

 

“Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa, omzundan göğe yükseldi Nebi İsa”

 

Osmanlı Devleti Ortadoğu’da İngilizlere karşı savaşırken bölgedeki Arap aşiretlerinden faydalanmak istemiştir. Burada yine bir Teşkilatı Mahsusa heyetinin tertip edildiğini görüyoruz. Heyeti önemli kılan şey aslında pek bilinmez ama İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy da Teşkilatı Mahsusa heyetinin içerisinde olmasıdır. Hatta burada yine İzmitli Mümtaz Bey, Şeyh Salih Tunusi, Mehmet Akif Ersoy, Sudanlı Musa ve Eşref Bey birlikte uzun bir seyahate çıkarlar. Hicaz ve Necid’de faaliyet gösteren Taşkilatı Mahsusa heyetinin temel amacı şudur. Bölgede Osmanlı Devleti’ne sadık kalmış olan Hail Emiri ve Şammar Aşireti Reisi İbnül Reşid ve Suudları Osmanlı Devleti’yle birlikte savaşmaya teşvik etmek için propaganda faaliyetlerinde bulunurlar. Hatta bu amaçla Necid’e gerçekleştirdikleri seyahat sırasında hem Şammar Aşireti Reisi’yle hem de Suudlarla çeşitli görüşmeler tertip ederler.

Teşkilatı Mahsusa heyetinin Necid’e yaptığı seyahat sırasında Sudanlı Musa’nın en yakın arkadaşlarından bir tanesi İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy olmuştur. Hatta birbirlerini öyle sevmişlerdir ki, seyahat sırasında birlikte ok atmışlar, kılıç kuşanmışlar ve bol bol güreşmişlerdir. Mehmet Akif, Sudanlı Musa’yı çok sevmiş, hatta şu şekilde tarif etmiştir. “Sadakatiyle, boyuyla posuyla, kalbiyle ve ahlakıyla tam bir insan.” Necid seyahati sırasında yazdığı şiirlerinden bir tanesini de ona ithaf etmiştir. Şiir şu şekildedir. “Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa, omzundan göğe yükseldi Nebi İsa” Yani Sudanlı Musa’nın boyuna posuna ve endamına bakarak Eşref Bey’in emir eri Musa, İsa peygambere omuzlarını ödünç verir ve peygamber bu sayede göğe tırmanabilir şeklinde tarif ediyordu.

Birinci Kanal Harekatı sırasında göreve koşan Sudanlılardan bir tanesi de İngiliz askeri birliğinde görevli, daha sonra buradan firar etmiş olan Mehmet Şükrü Mekavi idi. Mehmet Şükrü Mekavi İngiliz askeri birliğinden firar ederek ilan edilen Cihad-ı Ekber doğrultusunda Osmanlı Devleti saflarına geçmiş ve Kanal Harekatı sırasında büyük fedakarlıklar göstererek Kızıldeniz Hecinsüvar Hücum Bölüğü Komutanlığı görevini yerine getirmiştir.

İngilizler Ortadoğu’ya hakim olmak adına bölgede kendilerine destekçiler aramışlardır ve bölgede dağıttıkları altınlar doğrultusunda Mekke Şerifi Emir Hüseyin ve oğullarını yanlarına çekmeyi başarabilmişlerdir. Şerif Hüseyin ve oğulları Osmanlı Devleti’ne isyan etmiş, başlatılan bu isyan Osmanlı Devleti’ni Ortadoğu bölgesinde ciddi anlamda zora sokmuştur. Söz konusu, İngiliz ve Şerif Hüseyin işbirliği gerek Yemen’de, gerek Hicaz’daki Osmanlı Devleti askeri birliklerini ciddi anlamda sıkıntıya uğratmıştır. Tabii isyanın sonlandırılması için ve Yemen üzerinden gerçekleştirilebilecek muhtemel bir harekat için Teşkilat-ı Mahsusa heyeti tertip edilmiştir. Bu Teşkilat-ı Mahsusa heyetinin başında yine komutan olarak Kuşçubaşı Eşref Bey’i görüyoruz. Doğal olarak Sudanlı Musa da her zamanki gibi Eşref Bey’in yanında. Müfrezenin temel görevlerinden bir tanesi Yemen’de bulunan Osmanlı Devleti askeri kuvvetlerine para yardımını ve silah yardımını ulaştırmak. Tabi Teşkilat-ı Mahsusa müfrezesi çok kalabalık. Bu Teşkilat-ı Mahsusa müfrezesinde yer alan gerek Sudan’dan, gerek Bosna’dan, gerek Afganistan’dan, gerekse Arabistan’dan katılan Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarının hepsinin de temel amacı Müslümanların hamisi ve mazlum milletlerin tek sığınağı olarak gördükleri Osmanlı Devleti’nin milli birliği ve bağımsızlığı için mücadele etmek.

Yemen’deki Osmanlı askeri kuvvetlerine silah ve para yardımı ulaştırmak üzere yola çıkan müfreze İstanbul’dan Şam’a hareket etmiştir. Tabii burada İngilizlerin Kızıldeniz kıyılarını ele geçirmesinden dolayı Eşref Bey, söz konusu yere götürülecek olan altınların ele geçmemesi için bir strateji izlemiştir. Kalabalık olan müfreze iki kafileye bölünmüştür. Birinci kafilenin içerisinde Musa yer almaktadır. Yani Eşref Bey bir anlamda en güvendiği adamlarından birisi olan ve kardeşi gibi sevdiği Musa’ya yüz binlerce liralık Osmanlı hazinesini teslim etmiş ve onu Yemen’e göndermiştir. Müfreze Şam’da birbirinden ayrılmış iki kafile farklı güzergâhlardan yola çıkmıştır. Birinci kafile bir gizlilik dahilinde hareket etmiş ve en sonunda Yemen’e ulaşmayı başarmıştır. Fakat ikinci kafile için aynı şeyleri söylememiz mümkün değil. Çünkü 12 Ocak 1917 tarihinde Hayber’de isyancı Emir Hüseyin kuvvetleriyle ve İngiliz kuvvetleriyle karşılaşmalar ve canhıraş muharebelerin sonucunda Eşref Bey’in ikinci kafilesinde yer alan Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarının çoğu şehit düşmüştür. Sağ kalanlar ise isyancı kuvvetler tarafından yakalanarak esir edilmişlerdir.

İkinci kafilenin esir düşmesiyle birlikte Musa ile Eşref ne yazık ki birbirlerini bir daha göremezler. Çünkü isyancı kuvvetler tarafından yakalanan Eşref Bey Malta’ya sürgüne gönderilmiştir. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmek zorunda kalmış, Yemen’de terhis olan kuvvetlerle birlikte Sudanlı Musa da İstanbul’a dönmüştür. Tabii Musa komutanının esir olmasına bakmadan mücadelesine kaldığı yerden tek başına da olsa devam etmiş ve İtilaf Devletleri’ne karşı Osmanlı Devleti’nin birlik ve bağımsızlık mücadelesini sürdürmeyi başarmıştır. Bir Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olması hasebiyle Karakol Cemiyeti’nden arkadaşlarıyla temasa geçmiş ve Milli Mücadele sırasında Milli Mücadele’ye destek faaliyetleri gerçekleştirmiştir. Bu sırada İstanbul’da Eşref Bey’in kendisinin aldığı bir eve yerleşmiş fakat bir fakirlik ve sefalet içerisinde hayatını sürdürmüştür.

İstanbul’da Milli Mücadele’ye destek faaliyetlerine katılan Sudanlı Musa bir gün Beyazıt Camii’nde bir ikindi namazı çıkışında Yemen’de hazineyi teslim ettiği Ali Sait Akbaytogan Paşa’yla karşılaşır. Ali Sait Paşa Musa’yı görünce çok eski bir dostunu görmüş gibi kucaklaşırlar ve Musa’ya ne yaptığını sorar. Musa da işgal yıllarının çok üzücü olduğunu İngilizlerin İstanbul’u işgalinin İstanbul halkını ve Müslümanları çok zor duruma soktuğunu söyler. Ali Sait Paşa da Musa’ya bir iş bulunması gerektiğini, hatta bir emekli maaşı bağlanması gerektiğinden bahis açar. Musa’nın cevabı gerçekten takdire şayandır. “Paşam millet aç. Ben bu fakir millletten emekli maaşı alamam.” Bir süre sonra Ali Sait Paşa Karaköy gümrüğünde hamallar kahyası Ferit Bey’i ziyaret eder. Ferit Bey’e Musa’nın haberi olmadan kendisi de bir süre sonra yanlarına geleceğini ve Sudanlı Musa’ya bir iş teklifinde bulunması gerektiğini ifade eder. Hakikaten bir iki gün sonra Ali Sait Paşa Musa’yı koluna taktığı gibi Karaköy gümrüğüne gider. Karaköy gümrüğünde Ferit Bey’le görüşürler. Ferit Bey de Ali Sait Paşa’yla hiç konuşmamış gibi o büyük kahramanın onurunu zedelememek için “Musa Bey size burada bir kahyalık versek yapar mısınız?” diyerek bir iş teklifinde bulunur. Sudanlı Musa’nın ahlakına binaen verdiği cevap yine çok manidardır. “Benim elim ayağım tutuyor çok şükür. Bana kahyalık lazım değil. Onu ihtiyacı olan yaşlı bir Müslümana verin. Ben burada hamallık varsa yaparım.” der ve iki metre on santimetre boyundaki o müthiş kahraman Karaköy gümrüğünde hamallık yapmaya başlar.

 

“Her teklif herkese yapılmaz”

 

İtilaf Devletleri İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington bir gün Karaköy gümrüğü civarında dolaşırken çok uzun ve iri yarı görkemli bir hamala tesadüf eder ve maiyetindekilere onun kim olduğunu sorar. Yanındaki İngiliz subayları General Harington’a onun Hicaz’da ve Yemen’de İngiliz ajanlarını atlatarak Osmanlı altınlarını kaçıran ve teslim etmeyi başaran Sudanlı Musa olduğunu söylerler. Harington Musa’nın yanına gider ve kendisine maiyetine girmesini teklif eder. Eğer İngilizlerin emrinde çalışırsa ona yüz binlerce altın vereceğini, adeta ihya edeceğini söyler. Ama Musa’nın mücadelesi bitmemişti dedik ya, orada generale adeta tokat gibi bir cevap verir. “Her teklif herkese yapılmaz. Bu sözleriniz ancak beni rencide eder. Benim tek bir devletim var, Osmanlı Devleti. Tek bir bayrağım var, ay yıldızlı bayrak ve de tek bir komutanım var, Eşref Bey. Sizinle mücadelemiz bitmedi ve devam edecek.”

 

Bavulun hülasası:  Bir Türk bayrağı, bir Osmanlı haritası, bir Kuranı Kerim, kefen ve bir fotoğraf

 

Sudanlı Musa gündüzleri Karaköy gümrüğünde hamallık yaparken geceleri de boş durmaz ve Milli Mücadele’ye silah kaçırma faaliyetlerinde bulunur. Milli Mücadele’ye ciddi bir destek veren Sudanlı Musa’nın bedeni savaşlarda, dağ başlarında, çöllerde yorgun düşer, o nazik bedeni daha fazla bu ağır tempoya dayanamaz ve hastalanır. Ali Sait Paşa kendisinin hastalandığını öğrendiğinde “Musa gel seni bir hastaneye yatıralım” teklifinde bulunur ama Musa gerçekten o kadar ahlaklı bir insandır ki verdiği cevap zaten bunu göstermektedir. Ali Sait Paşa’ya şöyle söyler. “Paşam milletim zor durumda. Ben milletime daha fazla yük olamam. Ben giderim. Üsküdar’da bulunan Şeyh Ataoğullu Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ne sığınırım” der. Bir süre sonra hakikaten bavulunu topladığı gibi Üsküdar’da bulunan Şeyh Ataoğullu Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ne sığınır. Tabii burada Özbekler Tekkesi’nin çok ciddi bir önemi var. Özbekler Tekkesi Milli Mücadele’ye subay, milletvekili, silah ve cephane kaçırılmasında büyük bir rol üstlenmiştir. Yani Anadolu’ya geçen subaylar, silahlar ve cephaneler Özbekler Tekkesi üzerinden kaçar. Musa da bir süre burada kalır fakat hastalığı ilerlemiştir. Bir süre sonra burada veremden vefat eder.

Sudanlı Musa Özbekler Tekkesi’nde vefat ettiğinde bavulundan bir Türk bayrağı, bir Osmanlı haritası, bir Kuranı Kerim, kefeni ve Kuşçubaşı Eşref Bey’in, o çok sevdiği komutanının bir fotoğrafı çıkar.

Kuşçubaşı Eşref Bey Sudanlı Musa’nın vefat haberini aldığında son derece üzülür ve şöyle söyler.

“Ben Malta’dan kurtulup Milli Mücadele’nin bayrağını açanlardan biri olma şerefine mazhar olduğum günlerde Musa, Sudanlı Musa, o benim kahraman Arap’ım veremden ölmüştür.”