İsmail Bilgin

Araştırmacı - Yazar

Ateş çemberine yalın kılıç koşanlar

Osmanlı İmparatorluğu'nun son 10 yılına baktığımızda etrafının bir ateş çemberi olduğunu, cepheden cepheye koşanlar olduğunu görürüz. Hatta ateşe tutkun pervaneler misali bazı kahramanlar, bir kanat boyunu geçerse yanarlar ama onlar yanmayı daha önceden kabul ettikleri için cepheden cepheye koşmuşlardır. Bunlardan bir tanesi de Sudanlı Musa’dır. Sudanlı Musa Osmanlı tebaasındandır. Babası Girit’te, dedesi de Mısır Kahire’de yaşamaktadır. Musa 1890'lı yılların başlarında Girit'te doğmuş ve dedesinin torununa olan hasreti gün geçtikçe artınca özellikle babasının da işlerinin yoğun olması hasebiyle ısrarla torununu yanına istemiştir ve ardından Girit'ten Kahire'ye, dedesinin yanına gelen Musa dedesinin tedrisatından geçer. Dedesinin alim olduğunu tahmin ediyoruz.

Kendisi bir Türk mahallesinde oturmaktadır iyi Türkçe bilir ve bu şekilde de Musa’yı iyi yetiştirir. Musa da Türkçe öğrenir, ilim tahsil eder. Yalnız Musa'nın akranlarına göre iri bir yapısı, gelişmiş bir yapısı söz konusudur.

Dedesinin yanında uzun yıllar kaldıktan sonra serpilir. O sırada 1911 yılında Trablusgarp’a saldıran İtalyanlar sahil kıyılarını tutmuşlardır. O dönemde Osmanlı Devleti'nin yeteri kadar donanması bulunmadığından deniz yoluyla askeri personel ve yardım göndermeyince o dönemin fedakar subayları, başta Enver Paşa olmak üzere, Halil Bey olmak üzere, Fethi Okyar, Kuşçubaşı Eşref gibi önde gelen subaylar Osmanlı genelkurmayına şunu teklif ederler. “Biz gayri meşru yollardan Trablusgarp'a geçelim ve orada mücahitleri, Senusi savaşçılarını örgütleyelim ve İtalyanlara karşı bir direniş başlatalım.” O dönemin Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa bunun çok tehlikeli olduğunu, Osmanlı Devleti'nin bu riskli görevi üstlenemeyeceğini, çünkü Batılı devletlerin çok yoğun bir şekilde baskısının olduğunu ifade edince Enver Bey o zaman der ki: “Biz gayri resmi gidelim, siz bizi tanımayın. Yakalanırsak da bizim asi olduğumuzu ilan edersiniz.”

Ve bu şekilde Genelkurmay Başkanı’yla anlaşırlar. Gizli bir ödenek alırlar, ardından Mısır yoluyla, bazen de İtalya üzerinden Trablusgarp'a geçmeye başlarlar. Yalnız burada önceden Mısır'a gelip Osmanlı subaylarının geçişini kolaylaştırmak isteyen, onlara yardım etmek isteyen dönemin Teşkilat-ı Mahsusa Kuzey Afrika Masası Başkanı Kuşçubaşı Eşref yer alır ve özellikle Kahire’de, İskenderiye'de Osmanlı Devleti'ne yönelik bildiriler dağıtır, yerlilerin bilinçlenmesini ister. Mısırlı Müslümanların bilinçlenmesini ister ve o sırada da İstanbul'dan gelmeye başlamış olan örneğin Mustafa Kemal, Fethi Okyar, Ali Fuat gibi subayların da Trablusgarp'a geçişini kurduğu Menzil Teşkilatı ile Kuşçubaşı Eşref sağlar. Bu arada İskenderiye'de ya da Kahire'de bulunan Zenci Musa da bu yapılan çağrıya kayıtsız kalamayınca Trablusgarp'a gönüllü olarak geçer. Dedesinden izin alır. Dedesinin de kendisine çok büyük bir desteği vardır. Kendisinin bu savaşta özellikle İtalyanlara karşı savaşmasını ister ve Zenci Musa da Trablusgarp'a geçer, özellikle Derne bölgesine.

 

“Aslen Sudanlıyım.
Girit'ten dedemin yanına, Kahire’ye geldim.”

 

Kuşçubaşı Eşref yerlilerden müteşekkil bir birlikle İtalyanlara saldırırken bu saldırılar esnasında birisinin acı kuvveti dikkatini çeker. Bu 2 metre 10 santimetre boyunda, 110 kilo ağırlığında, 80 kiloluk çuvalları 2 koltuğunun altında çok rahatlıkla taşıyabilen Sudanlı Musa’dır. Musa özellikle İtalyanlarla savaşırken öyle gözü kara savaşır ki en ağır makinaları taşımakta, askerlerle savaşmakta ve bunun neticesinde Kuşçubaşı Eşref'in dikkatini çekmektedir ve kendisini bir gün davet eder çadırına, der ki “Nerelisin?” Musa: “Aslen Sudanlıyım. Girit'ten dedemin yanına, Kahire’ye geldim. Daha sonra burada yapılan o çağrıları duyunca Trablusgarp'a İtalyanlarla savaşmak için gönüllü olarak geldim.” der. Türkçeyi nereden öğrendiğini sorunca da “Ben zaten Kahire’deki Türk mahallesinde doğduğum için aynı zamanda dedemin de yardımıyla Türkçe’yi öğrendim” der ve bunun üzerine Kuşçubaşı Eşref kendisine şöyle bir teklif yapar. Der ki “Bundan sonra sen benim emir erim olacaksın. Yanımdan ayrılmayacaksın seninle birlikte artık çok daha büyük işler başaracağız!” diyerek aynı zamanda Musa’yı da motive eder ve Trablusgarp'ta İtalyanlara karşı savaşmaya başlarlar. Hatta çok ilginçtir, Kuşçubaşı Eşref aynı zamanda silahsızlığı giderebilmek için İtalyanlardan ganimet almayı tavsiye eder mücahitlere ve bunun için de ödül koyar. Tüfek getirene bir para, işte makineli getirene vesaire... Bir saldırı esnasında Zenci Musa bir makineli tüfeği alır ve koltuğunun altında da bir İtalyan subayı vardır ve bu şekilde geri döner. Kuşçubaşı Eşref'in karşısına geldiğinde de Eşref Bey bir bakar ki bir makineli. “Ama” der, “Musa biz makineliye bir fiyat belirlemedik.” “Ben bunu fiyat için yapmadım.” der ve İtalyan subayını da orada kendisine teslim eder. İtalyan subayı sorgulanır ve ardından bu süreç Enver Bey'in, Mustafa Kemal Bey'in ön plana çıkan fedakarlıklarıyla İtalyanlar kıyıda sabitlenir. Hatta bir saldırıları daha söz konusudur Trablusgarp'ta. O da çok önemlidir. Bir gün sıradayken yanında duran bir deve Musa’nın kolunu ısırmaya kalkar. Musa can havliyle devenin böğrüne bir yumruk vurduğunda hayvancağız orada anında ölür ve yere düşer. Bu çok yankı bulur, Musa’nın gücü hakkında. Eşref Bey’in emrinde çalışan bir Mamaka Mustafa vardır. Bu biraz değil çok cesur birisi. Amacı da şudur. Bir tabur İtalyanı basıp sancaklarını esir almak. Bunu yapacak olan sayıyı da 40 kişi olarak belirler ve bu 40 kişinin içinde Kuşçubaşı Eşref ve Zenci Musa da vardır. 40 kişi o gün, o gece İtalyan taburunu basar ve yine ganimet alırlar. Mamaka Mustafa da göklerdeki İtalyan bayrağının söker alır ve ancak 3 şehit vererek geri dönerler.

 

Şehirler birer birer düşerken ...

 

Osmanlı'nın çilesi 1910'da başlamış, devam etmektedir ve Balkanlar'da ufukta bir savaş görününce, gayri resmi olarak orada savaşan Osmanlı subaylarına hükümet çağrı yapar. Der ki “İstanbul'a dönünüz.” Bunun üzerine Enver Paşa subaylarıyla görüşerek, oradaki silah arkadaşları ile görüşerek onların bazılarını İstanbul'a gönderir ve Şeyh Sunusi’ye de durumu anlatır. Şeyh Sunusi kendisine “Biz bu yangını söndürürüz. Siz gidin Balkanlar’daki yangını söndürün” diyerek alicenaplık göstermiş, büyük gönüllülük göstermiştir. Daha sonra bildiğimiz gibi 1923'e kadar da orada İtalyanlarla savaş devam etmiştir. Balkan Harbi’ni biz tarihimizde hep bir hizmet olarak biliriz. Doğrudur, hezimettir, ağır bir yenilgidir çünkü. Kendisine çok güvenen 3. Ordu bizim daha önce dört tebaamız olan küçücük devlet karşısında 15 gün gibi bir süre içerisinde Çatalca'ya kadar geri çekilmiştir. Hem de bu çekiliş o kadar acıdır ki, silahımız vardır, yiyeceğimiz vardır ama askerimiz eğitimsizdir. Askerimizin yıllardır manevra yapmaması söz konusudur. Bozgun öyle bir gelişir ki hepimizin bildiği gibi ilk önce Çatalca'ya kadar gelinir. Edirne, İşkodra ve Yanya savunmaları yapılır. Daha sonra bu kaleler de birer birer düşerler.

Enver Paşa Bab-ı Ali baskınını yaparken tek sebebi o dönemin hükümetinin Edirne'yi Bulgarlara bırakmasıydı ve bu baskından sonra sadrazam olan Mahmut Şevket Paşa ile Balkan Harbi'nde -ki bu özellikle Çatalca Muratbey tepelerinde bugünkü taş ocaklarını bilenler gözleri önüne getirebilir- Bulgar topçularının orada olduğunu aradaki Büyükçekmece Gölü'nün Terkos’a kadar kuzeye doğru bir çizgi çizildiğinde 2 cephe hattınız sınırıdır burası.

 

“Emir ver çetesi” görevdedir ve sınırda zor durdurulmuştur

 

Bizimkiler daha çok Hadımköy yakınlarına kadar olan bir hatta mevzilenmişlerdir ve Bulgarların kısa sürede İstanbul'a geleceği düşünülür. Bu, sarayda da çok konuşulur fakat bizim imdadımıza 1912’nin sonundaki kış yetişir. Ağır şartlar Bulgarları da çok etkilemiştir ve tahmin etmeyecekleri kadar da zaten ilerlemişlerdir. Ardından kolera da çok yaygınlaşınca özellikle Enver Bey şunu düşünür. Büyükçekmece civarından Kumburgaz'a bir çıkarma yaparsak buradan da Çatalca'nın üzerinden, Bulgarların bu zor durumdan faydalanarak burayı ele geçirebiliriz diye bir plan yaparlar. Ancak orada bir problem vardır. O dönemde yerli çeteciler ve askerlerden kaçan bazı Türk askerleri köylere musallat olmuşlardır ve köylerin zenginlerinden haraç almaktadırlar. Orada bir düzensizlik baş gösterince, görev Kuşçubaşı Eşref’e verilir. Elbetteki Zenci Musa ile, Sudanlı Musa ile birlikte “emir ver” çeteleri kurulur(13.55). Bunlar İstanbul'da bir süre eğitim yapar ve bir gece gizlice Kumburgaz'a çıkarılır. Özellikle Bulgar topçuları bu saldırı esnasında bertaraf edilir ve Çatalca’daki tehlike ortadan kalkınca bizim özellikle süvarilerimiz kuzeye doğru ilerlemeye başlarlar. Özellikle Kuşçubaşı Eşref'in haber alma kaynakları Lüleburgaz'a kadar alanın boşaldığını, bu alanın derhal askerlerimiz tarafından alınması gerektiğini ifade ederler. Lüleburgaz alındıktan sonra sıra Edirne'ye gelir. Burada da Sudanlı Musa Galatasaraylı öğrencilerle birlikte Tunca Nehri’ni geçerek Edirne civarında bir istihbarat yapar ve Edirne'de de çok az sayıda Bulgar askeri olduğunu tespit edince Enver Bey'in birlikleri ile birlikte Edirne'ye girilir ve bildiğimiz gibi daha sonra Edirne de kurtarılır. Edirne kurtarılır ama Eşref Bey, Süleyman Askeri, kardeşi ile birlikte Batı Trakya’ya doğru ilerlemeye başlarlar. Burada Domuziyef Çetesi(15.30), özellikle Müslümanların bulunduğu yerlerde çok katliamlar yapmıştır ve halk o kadar muzdariptir ki artık geri kaçmaya başlamıştır. Eşref Bey yanında yine Sudanlı Musa ve kendi birlikleri ile Domuzciyef Çetesi’ni ortadan kaldırırlar ve Batı Trakya'nın büyük bir kısmına hakim olurlar. Fakat burada yine İstanbul hükümeti Edirne’den sonraya gidilmemesini ve bu söz konusu toprakların da bırakılmasını ister.

 

“Cumhuriyet’in paşası olabilirsiniz, ama Batı Trakya Cumhuriyeti’ne pasaportsuz girilmez”

 

Bu arada bir çatışma çıkar, fikir çatışması. Derler ki “Biz bu toprakları zaten aldık. Batı Trakya’yı vesaireyi. Bize baskı yapan da yok.” Ama Rusya ve Avrupa devletleri de Osmanlı Devleti'ne baskı yaparak Edirne’den öteye geçilmemesini ısrarla söylemektedirler. Hatta Edirne’yi dahi sizin elinizden alacağız deyince dönemin hükümeti Batı Trakya topraklarının bırakılmasını ısrarla ister. Bunun üzerine şöyle bir çözüm düşünürler. Biz, derler, “Burada bir cumhuriyet kuralım. O zaman madem Osmanlı Devleti bizi tanımıyor, biz devlet kuralım, bayrağımız olsun, pulumuz olsun, pasaportumuz olsun”. Bunları kısa sürede gerçekten kurarlar. İlk devlet başkanı da Süleyman Askeri’dir. Aynı zamanda Genelkurmay Başkanlığı’nı da yapar ve Batı Trakya Marşı’nı da bizzat kendisi yazar. Yeni devlet kurulur, Yunanistan tarafından da tanınır. Bulgarlar bundan çok şikayet etmektedir. Ruslara bu konuda şikayette bulunarak yardımlarını isterler ve Batı Trakya'dan söz konusu bu birliğin, bu devletin lağvedilmesini, çekilmesini isteyince bunun üzerine Osmanlı Devleti yine Batı Trakya Cumhuriyeti’ne büyük ihtarlarda bulunarak lağvedilmesini ister. Hatta o dönemin Cemal Bey’i yani Cemal Paşa sınıra gelir ve görüşmek ister. O zaman subaylardan biri der ki “Paşam bu devlete girmek için pasaportunuz var mı?” Evladım, der, “Ne pasaportu? Ben zaten sizin subayınız değil miyim?” Yok, der, “Biz yeni bir devlet kurduk. Buraya girmek için izin almanız gerekir.” Bunun üzerine Süleyman Askeri Bey’in araya girmesi ile görüşme yapılır ve çok ısrarlar neticesinde Batı Trakya Cumhuriyeti'nin kırk bin kişilik ordusu kurulmuşken, haber teşkilatı kurulmuşken, pulu basılmışken, gazeteleri basılmışken, milli marşı yazılmışken, ilk kurduğumuz Türk Cumhuriyeti ne yazık ki kendi ellerimizle Bulgarlara bırakılır.

 

Kuşçubaşı, Şerif Hüseyin’i çok öncesinde ihbar etmiş ama dikkate alınmamıştır!

 

Bitti mi Osmanlı'nın çilesi? Bitmedi. Çünkü ufukta bir I. Dünya Savaşı gözükmektedir. Bildiğiniz gibi 2 Ağustos'ta yapılan gizli anlaşma ile Almanlarla ittifak yapılmak zorunda kalınmıştır ama ondan önce de İngiltere'ye, Fransa'ya, Rusya'ya da ittifak teklifinde bulunulmuştur. Fakat 1907 Reval Anlaşması'nda Osmanlı'yı paylaşım masasına koyan devletler Osmanlı’yı kendi ittifaklarında istememişlerdir. Burada bir tehlike vardır. Çünkü İstanbul şehri ve İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı Rusya'ya bırakılacaktır. Burada ortada bir Rusya tehdidi olunca o dönemin yöneticileri Almanya ile bir ittifak yaparlar. İttifak yaparlar ama hemen savaşa girme temayülünde değillerdir. Çünkü seferberliğin yapılması, hazırlanması lazımdır. Belli bir süre, zaman kazanmak isterler ama hepimizin çok iyi bildiği 29 Ekim’deki baskınla Goben ve Breslav Rusya'nın limanlarını bombardıman eder ve Osmanlı Devleti savaşa girer. Bildiğimiz gibi on cephede savaşırlar. Bu arada 1914-15-16'nın başlarında, özellikle 15’in sonlarında Hicaz’da durumlar karışıktır. Çünkü 1910 yılından beri İngilizlerle irtibata geçen Şerif Hüseyin ayaklanmak için fırsat kollamaktadır. Onun emellerini çok iyi bilen Kuşçubaşı Eşref daha önce o, döneminde Hicaz’da çok bulunduğu için, kabile kabile dolaştığı ve Arapça’yı lehçelerine kadar bildiği için Şerif Hüseyin'in ayaklanacağını defalarca iletir ama o dönemin şartları altında Şerif Hüseyin 1916'ya kadar Osmanlı yöneticileri tarafından pek dikkate alınmaz ve1916’nın Mayıs’ında ayaklanma başlar.

İşte burada Kuşçubaşı Eşref ile biz Zenci Musa’nın tarih sahnesine çıktığını görüyoruz. O da nedir? Bir ilmi heyet kurulacaktır. Bunun içinde Mehmet Akif vardır, bir de Şeyh Süleyman vardır. Birkaç kişi daha var. Bu ilmi heyet İbn Suud’a gidecek, İbn Reşid’e gidecek ve ardından Yemen’deki Yahya’ya ulaşarak Osmanlı Devleti'nin yanında yer almasını ve bu isyana katılmamasını isteyecektir. Bu ilmi heyet yola çıkar ve bu heyette yer alan Kuşçubaşı Eşref, Mehmet Akif, Sudanlı Musa ve Şeyh Süleyman yola zorlukla devam ederler. O sırada da hepimizin bildiği gibi Çanakkale Zaferi -1915 için bunu söylüyorum- duyulduğunda Mehmet Akif o şiiri Hicaz deyken yazar. Hicaz’da Sundalı Musa’yla yakından ilgilenir Mehmet Akif. Hatta bir şiiri de vardır. Eşref Bey'in emir eri Zenci Musa, İsa Peygamber’e

omuzlarını ödünç verebilir ve peygamber bu sayede göğe çıkabilir diye bir şiiri var. Hatta Zenci Musa’nın iri cüssesine bakarak “Sen güreşçisin galiba.” diye sorar Mehmet Akif. Kuşçubaşı Eşref de der ki “Sen üstadı hafife alma. Kendisi de sporcudur ve güreşçidir.” Onun üzerine Mehmet Akif Sudanlı Musa’ya “Musa boş bir vaktimizde seninle bir kapışalım.” der. Ama daha sonra da güreşmemişlerdir. Böyle bir teklifi de söz konusudur.

 

Kuşçubaşı varsa,
bir ihtimal daha vardır !

 

Musa ile birlikte Mehmet Akif vs İbn Reşid’le görüşürler. Daha sonra İbn Suud’la görüşülmesi gerekmektedir. Ama İbn Suud, Kuşçubaşı Eşref’in geleceğini bildiğinden Riyad’dan bu sefer yazlık olarak kullandığı Hassa’ya geçmiştir. Çünkü o da İngilizlerle dirsek teması halindedir. Ve İstanbul’dan padişahın gönderdiği hediyeleri Kuşçubaşı Eşref gruptan ayrılır. Çünkü yolu daha çok uzundur ve Şeyh Süleyman’ın da kalbi vardır. Sıcaklıktan da çok muzdarip bir şekilde etkilenince onları bırakır ve kendisi görüşür. Ardından Suud’la görüştükten sonra İstanbul'a geri dönerler ve o sırada Şerif Hüseyin isyanı zaten patlamıştır. Artık cephelerde de işleri iyi gitmemektedir. Enver Bey karargahta sıkıntılı bir şekilde dolaşırken “Bu Hicaz için çareler bulmalıyız.” diye söylenirken Eşref Bey de daha önce uyarılarının dinlenmemesi hasebiyle biraz kırgındır. Hatta bir ara İzmir'e gidip çiftliğine çekilip bu işlerden el etek çekmeyi düşünürken Enver Bey’in çağrısı üzerine tekrar İstanbul'a gelmiş ve neler yapılacağını, son kertede elinden ne geleceğini düşünmeye başlamıştır. Sonra Enver Bey’e şunu der: “Bir ihtimal daha var. Hicaz’daki isyanın genişlememesi için ve bu isyana karşı çıkabilmek için benim Yemen’e gidip İmam Yahya'nın kuvvetleri ve yerli halktan topladığım birliklerle Şerif Hüseyin'in karşına çıkmam lazım.” der. “Bunu gerçekten yapabilir misin?” der Enver Paşa, heyecanlanır. Elbette, der, “Yalnız biliyorsunuz İngilizler altınlarıyla bedevileri, urbanları ayaklandırdılar. Bana da altın verirseniz ben de bunu yerli halka veririm.” der. O sırada da Yemen'de bulunmakta olan 7. Ordu'nun da maddi sıkıntısı o kadar çok artmıştır ki onlara da para götürülmesi söz konusu olunca bu iki gaye Kuşçubaşı Eşref'in şahsında birleşir. Der ki “Ben bir şey kuracağım, on kişilik bir ekip. İstanbul'dan yola çıkacağım Medine'ye gideceğim. Oradan da Kızıldeniz üzerinden Yemen’e geçeceğim ve altınları götüreceğim.” diye bir teklifte bulunur. Enver Paşa çok sevinir ve bazı söylentilere göre 300 bin, bazı söylentilere göre 70 bin altın cephane sandıklarına konulur, gizli bir tren bölmesinde Toroslar’a kadar gider. Orada uzun bir yolculukla Şam’a ve Medine’ye gelirler. Medine’de Kuşçubaşı’yla Fahrettin Paşa görüşür. Fahrettin Paşa isyancıların durumunu bildiği için Kuşçubaşı’ya şunu söyler. Bak, der. “Yapacağınız iş başarısız olacaktır. Sen gitme, burada seninle birlikte Medine’yi savunalım.” der. Ancak Eşref Bey kararlıdır ve yola çıkarlar. Yalnız bir tehlike vardır. Çölde Şerif Hüseyin’in isyancılarına denk gelme tehlikesi vardır. Bunun üzerine Kuşçubaşı Eşref çok güvendiği, sağ kolum dediği, Musa Ağa dediği, kardeşi kadar sevdiği Zenci Musa’dan küçük bir grup kurmasını, kendilerine bir tüccar süsü vermelerini ve bu tüccar kumaşlarının arasına altınları yerleştirerek Yemen’e, 7. Ordu'ya götürmesini ister. Medine'den ayrılan grup daha sonra ikiye ayrılır. Zenci Musa başka bir yoldan, Kuşçubaşı Eşref de daha büyük bir kafile ile, 43 kişilik bir kafile ile Yemen'e doğru yola çıkarlar  Kuşçubaşı Eşref’in kafilesi. Biraz yol aldıktan sonra mola verirler. Ot toplamak için keşfe çıkan 2-3 bedevi hızla geri döner. Derler ki “Eşref Bey ilerden çekirge sürüsü gibi bir ordu yaklaşıyor!” Eşref Bey bekler. O sırada da ordu gerçekten yaklaşmaktadır. Dürbünle baktığında kırmızı bayrağı görünce Ali'nin birlikleri olduğunu anlar. O sırada yaklaşık 25 bin kişi vardır. Daha sonra yine Ali'nin o birlikleri ilerleyince, o toplayıcılarının izlerini görünce yakında birilerinin olduğunu fark ederler ve daha sonrada görülerek Ali’ye bunu bildiriler ve bunun üzerine o dönemde Hayber'de Peygamberimizin de savaş yaptığı yerde yüksek bir tepede Kuşçubaşı Eşref 43 kişi ile konuşlanır. Bunu da kısaca özetleyelim. O gün 43 kişi ile 14 saat 25 bin kişiye karşı koymuş sağ kalan iki arkadaşıyla kasıklarından yaralanınca Ali’ye teslim olmak zorunda kalmıştır Kuşçubaşı Eşref. O sırada Kuşçubaşı Eşref’in yanında bulunan 20 bin kadar altını urbanlar görünce paylaşmaya başlamış, sevinç çığlıkları atmıştır. Ama asıl altınlar Zenci Musa ile Yemen'e güvenli bir şekilde varmıştır. 7. Ordu’ya altınlar teslim edilir ve Sudanlı Musa daha sonra bir rivayete göre oradan Ahmet Tevfik Paşa ile birlikte geri döndüğü, bir rivayette de Medine'ye geri döndüğü yazar.

 

50 bin altını teslim etmiştir, İstanbul sokaklarında karın tokluğuna yük taşımaktadır!

 

O sırada Medine düşünce kendisinin Osmanlı askeri olmadığı hasebiyle serbest bırakıldığı ifade edilir ve Sudanlı Musa da İstanbul’a döner. istanbul’a geldiğinde yıllardır Bey’iyle çarpıştığı İngilizlerin gemilerinin Dolmabahçe'de, Beyoğlu sokaklarında olduğunu görünce adeta bir şoka uğrar ve çok üzülür. İşsizdir. İş yapacak bir şey arar. Ardından Ali Paşa'nın araya girmesiyle Galata Gümrüğü’nde kendisine iş bulunur. İlk önce gümrük ağalığı teklif edilir. Senin bize bu kadar hizmetin geçti. Biz de sana bir iş bulalım. Bu zor zamanlarında sen de hiç olmazsa iaşeni çıkar ve karnını doyurabil, diye bir teklifte bulunurlar, gümrük ağası teklifi. Musa da der ki “Benim elim ayağım tutarken hamallık ağası yapamam. Siz şu ihtiyara o ağalığı verin. Ben yine burada yük taşımaya devam ederim” der ve gerçekten hamallık yapar. O çok ağır yükleri çok kolaylıkla alır, taşır ve bir gün taşıma esnasında İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Harington gümrüğe gelir ve Sudanlı Musa’yı fark eder. Yanındakilere sorar: “Kimdir bu çuvalları tek eliyle pamuk çuvalı imiş gibi atan?” Açıklama yaparlar, “Efendim bu bizimle çarpışan, Eşref Bey'in emir eridir. Hatta o Yemen’e işte şu kadar küsür altını götüren Zenci Musa’dır.” der. Bunun üzerine Harington Zenci Musa’ya yaklaşır der ki “Sen bizimle çalışır mısın, bize çalışır mısın?” der. Zenci Musa kaldırır başını bakar, “Bak komutan! Her teklif herkese yapılmaz. Benim bir devletim var; Osmanlı Devleti. Bir bayrağım var; ay ve yıldız. Bir komutanım var; Kuşçubaşı Eşref. Ama daha sizinle işimiz bitmedi. Mücadelemiz sürecek!” der. Bunun üzerine Harington der ki “Senin komutanın Malta’da tutuklu” der, “bizim elimizde.” “Komutanım mutlaka dönecek. Ben de onu bekleyeceğim” der Musa. Ve ardından bir süre çalışmaya devam eder gümrükte. Sağda solda yattığı için, iyi beslenemediği için Musa hastalanmaya başlar, verem başlangıcıdır. Fakat o sırada Milli Mücadele çalışmaları da başlamış, İstanbul'dan Ankara'ya, İnebolu'ya, Kastamonu'ya cephane kaçırılmaktadır. Musa da bu cephane kaçıran çetelere karışır, onlara yardım eder. Fakat hastalığı ilerlemektedir. Bunun üzerine kendisine şu teklif yapılır. Derler ki “Bak hastasın. Seni hastaneye yatıralım. Tedavin yapılsın.” Hatta derler ki “Sana bir emekli maaşı bağlayalım.” Musa da, ben, der, “Bu garip milletin, bu gariban devletin maaşını alamam. Ben hastaneye de yatmam. Benim yerime boş olacak bir yatağa başka bir hasta Mehmetçik ya da yaralı bir Mehmetçik yatsın ki siz onları tedavi edin.” der.

 

Payitahtta bir tekkede,
sancağın altında

 

Sonra nereye gider Musa? Bu silah kaçakçılığında birkaç kere tehlike atlatır ve İngilizlere yakalanacakken daha sonra Özbekler Tekkesi’ne gider. Orada kalmaya başlar. Orada tedavisi yapılırken bir gün o bize çok yararlılıklar gösteren, bizden biri olan Eşref Bey'in emir eri Musa vefat etmiştir. Bakarlar ki tahta bir bavulu vardır. Tahta bavulu açtıklarında şunu görürler. Bir Osmanlı haritası, bir kefen ve Kuşçubaşı Eşref’in fotoğrafı. İşte Sudanlı Musa o ateş çemberinde, hani pervanelerden örnek vermiştik. Pervaneler ateşe giderken bir kanat boyunu geçince yanarlar. İsteyerek, bilerek, Bey’ini bekleyerek gözleri yoldayken 1919 yılında Özbekler Tekkesi’nde vefat eder. Şimdi mezarlığı orada. Allah gani gani rahmet eylesin...

2019

Ateş çemberine yalın kılıç koşanlar

Osmanlı İmparatorluğu'nun son 10 yılına baktığımızda etrafının bir ateş çemberi olduğunu, cepheden cepheye koşanlar olduğunu görürüz. Hatta ateşe tutkun pervaneler misali bazı kahramanlar, bir kanat boyunu geçerse yanarlar ama onlar yanmayı daha önceden kabul ettikleri için cepheden cepheye koşmuşlardır. Bunlardan bir tanesi de Sudanlı Musa’dır. Sudanlı Musa Osmanlı tebaasındandır. Babası Girit’te, dedesi de Mısır Kahire’de yaşamaktadır. Musa 1890'lı yılların başlarında Girit'te doğmuş ve dedesinin torununa olan hasreti gün geçtikçe artınca özellikle babasının da işlerinin yoğun olması hasebiyle ısrarla torununu yanına istemiştir ve ardından Girit'ten Kahire'ye, dedesinin yanına gelen Musa dedesinin tedrisatından geçer. Dedesinin alim olduğunu tahmin ediyoruz.

Kendisi bir Türk mahallesinde oturmaktadır iyi Türkçe bilir ve bu şekilde de Musa’yı iyi yetiştirir. Musa da Türkçe öğrenir, ilim tahsil eder. Yalnız Musa'nın akranlarına göre iri bir yapısı, gelişmiş bir yapısı söz konusudur.

Dedesinin yanında uzun yıllar kaldıktan sonra serpilir. O sırada 1911 yılında Trablusgarp’a saldıran İtalyanlar sahil kıyılarını tutmuşlardır. O dönemde Osmanlı Devleti'nin yeteri kadar donanması bulunmadığından deniz yoluyla askeri personel ve yardım göndermeyince o dönemin fedakar subayları, başta Enver Paşa olmak üzere, Halil Bey olmak üzere, Fethi Okyar, Kuşçubaşı Eşref gibi önde gelen subaylar Osmanlı genelkurmayına şunu teklif ederler. “Biz gayri meşru yollardan Trablusgarp'a geçelim ve orada mücahitleri, Senusi savaşçılarını örgütleyelim ve İtalyanlara karşı bir direniş başlatalım.” O dönemin Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa bunun çok tehlikeli olduğunu, Osmanlı Devleti'nin bu riskli görevi üstlenemeyeceğini, çünkü Batılı devletlerin çok yoğun bir şekilde baskısının olduğunu ifade edince Enver Bey o zaman der ki: “Biz gayri resmi gidelim, siz bizi tanımayın. Yakalanırsak da bizim asi olduğumuzu ilan edersiniz.”

Ve bu şekilde Genelkurmay Başkanı’yla anlaşırlar. Gizli bir ödenek alırlar, ardından Mısır yoluyla, bazen de İtalya üzerinden Trablusgarp'a geçmeye başlarlar. Yalnız burada önceden Mısır'a gelip Osmanlı subaylarının geçişini kolaylaştırmak isteyen, onlara yardım etmek isteyen dönemin Teşkilat-ı Mahsusa Kuzey Afrika Masası Başkanı Kuşçubaşı Eşref yer alır ve özellikle Kahire’de, İskenderiye'de Osmanlı Devleti'ne yönelik bildiriler dağıtır, yerlilerin bilinçlenmesini ister. Mısırlı Müslümanların bilinçlenmesini ister ve o sırada da İstanbul'dan gelmeye başlamış olan örneğin Mustafa Kemal, Fethi Okyar, Ali Fuat gibi subayların da Trablusgarp'a geçişini kurduğu Menzil Teşkilatı ile Kuşçubaşı Eşref sağlar. Bu arada İskenderiye'de ya da Kahire'de bulunan Zenci Musa da bu yapılan çağrıya kayıtsız kalamayınca Trablusgarp'a gönüllü olarak geçer. Dedesinden izin alır. Dedesinin de kendisine çok büyük bir desteği vardır. Kendisinin bu savaşta özellikle İtalyanlara karşı savaşmasını ister ve Zenci Musa da Trablusgarp'a geçer, özellikle Derne bölgesine.

 

“Aslen Sudanlıyım.
Girit'ten dedemin yanına, Kahire’ye geldim.”

 

Kuşçubaşı Eşref yerlilerden müteşekkil bir birlikle İtalyanlara saldırırken bu saldırılar esnasında birisinin acı kuvveti dikkatini çeker. Bu 2 metre 10 santimetre boyunda, 110 kilo ağırlığında, 80 kiloluk çuvalları 2 koltuğunun altında çok rahatlıkla taşıyabilen Sudanlı Musa’dır. Musa özellikle İtalyanlarla savaşırken öyle gözü kara savaşır ki en ağır makinaları taşımakta, askerlerle savaşmakta ve bunun neticesinde Kuşçubaşı Eşref'in dikkatini çekmektedir ve kendisini bir gün davet eder çadırına, der ki “Nerelisin?” Musa: “Aslen Sudanlıyım. Girit'ten dedemin yanına, Kahire’ye geldim. Daha sonra burada yapılan o çağrıları duyunca Trablusgarp'a İtalyanlarla savaşmak için gönüllü olarak geldim.” der. Türkçeyi nereden öğrendiğini sorunca da “Ben zaten Kahire’deki Türk mahallesinde doğduğum için aynı zamanda dedemin de yardımıyla Türkçe’yi öğrendim” der ve bunun üzerine Kuşçubaşı Eşref kendisine şöyle bir teklif yapar. Der ki “Bundan sonra sen benim emir erim olacaksın. Yanımdan ayrılmayacaksın seninle birlikte artık çok daha büyük işler başaracağız!” diyerek aynı zamanda Musa’yı da motive eder ve Trablusgarp'ta İtalyanlara karşı savaşmaya başlarlar. Hatta çok ilginçtir, Kuşçubaşı Eşref aynı zamanda silahsızlığı giderebilmek için İtalyanlardan ganimet almayı tavsiye eder mücahitlere ve bunun için de ödül koyar. Tüfek getirene bir para, işte makineli getirene vesaire... Bir saldırı esnasında Zenci Musa bir makineli tüfeği alır ve koltuğunun altında da bir İtalyan subayı vardır ve bu şekilde geri döner. Kuşçubaşı Eşref'in karşısına geldiğinde de Eşref Bey bir bakar ki bir makineli. “Ama” der, “Musa biz makineliye bir fiyat belirlemedik.” “Ben bunu fiyat için yapmadım.” der ve İtalyan subayını da orada kendisine teslim eder. İtalyan subayı sorgulanır ve ardından bu süreç Enver Bey'in, Mustafa Kemal Bey'in ön plana çıkan fedakarlıklarıyla İtalyanlar kıyıda sabitlenir. Hatta bir saldırıları daha söz konusudur Trablusgarp'ta. O da çok önemlidir. Bir gün sıradayken yanında duran bir deve Musa’nın kolunu ısırmaya kalkar. Musa can havliyle devenin böğrüne bir yumruk vurduğunda hayvancağız orada anında ölür ve yere düşer. Bu çok yankı bulur, Musa’nın gücü hakkında. Eşref Bey’in emrinde çalışan bir Mamaka Mustafa vardır. Bu biraz değil çok cesur birisi. Amacı da şudur. Bir tabur İtalyanı basıp sancaklarını esir almak. Bunu yapacak olan sayıyı da 40 kişi olarak belirler ve bu 40 kişinin içinde Kuşçubaşı Eşref ve Zenci Musa da vardır. 40 kişi o gün, o gece İtalyan taburunu basar ve yine ganimet alırlar. Mamaka Mustafa da göklerdeki İtalyan bayrağının söker alır ve ancak 3 şehit vererek geri dönerler.

 

Şehirler birer birer düşerken ...

 

Osmanlı'nın çilesi 1910'da başlamış, devam etmektedir ve Balkanlar'da ufukta bir savaş görününce, gayri resmi olarak orada savaşan Osmanlı subaylarına hükümet çağrı yapar. Der ki “İstanbul'a dönünüz.” Bunun üzerine Enver Paşa subaylarıyla görüşerek, oradaki silah arkadaşları ile görüşerek onların bazılarını İstanbul'a gönderir ve Şeyh Sunusi’ye de durumu anlatır. Şeyh Sunusi kendisine “Biz bu yangını söndürürüz. Siz gidin Balkanlar’daki yangını söndürün” diyerek alicenaplık göstermiş, büyük gönüllülük göstermiştir. Daha sonra bildiğimiz gibi 1923'e kadar da orada İtalyanlarla savaş devam etmiştir. Balkan Harbi’ni biz tarihimizde hep bir hizmet olarak biliriz. Doğrudur, hezimettir, ağır bir yenilgidir çünkü. Kendisine çok güvenen 3. Ordu bizim daha önce dört tebaamız olan küçücük devlet karşısında 15 gün gibi bir süre içerisinde Çatalca'ya kadar geri çekilmiştir. Hem de bu çekiliş o kadar acıdır ki, silahımız vardır, yiyeceğimiz vardır ama askerimiz eğitimsizdir. Askerimizin yıllardır manevra yapmaması söz konusudur. Bozgun öyle bir gelişir ki hepimizin bildiği gibi ilk önce Çatalca'ya kadar gelinir. Edirne, İşkodra ve Yanya savunmaları yapılır. Daha sonra bu kaleler de birer birer düşerler.

Enver Paşa Bab-ı Ali baskınını yaparken tek sebebi o dönemin hükümetinin Edirne'yi Bulgarlara bırakmasıydı ve bu baskından sonra sadrazam olan Mahmut Şevket Paşa ile Balkan Harbi'nde -ki bu özellikle Çatalca Muratbey tepelerinde bugünkü taş ocaklarını bilenler gözleri önüne getirebilir- Bulgar topçularının orada olduğunu aradaki Büyükçekmece Gölü'nün Terkos’a kadar kuzeye doğru bir çizgi çizildiğinde 2 cephe hattınız sınırıdır burası.

 

“Emir ver çetesi” görevdedir ve sınırda zor durdurulmuştur

 

Bizimkiler daha çok Hadımköy yakınlarına kadar olan bir hatta mevzilenmişlerdir ve Bulgarların kısa sürede İstanbul'a geleceği düşünülür. Bu, sarayda da çok konuşulur fakat bizim imdadımıza 1912’nin sonundaki kış yetişir. Ağır şartlar Bulgarları da çok etkilemiştir ve tahmin etmeyecekleri kadar da zaten ilerlemişlerdir. Ardından kolera da çok yaygınlaşınca özellikle Enver Bey şunu düşünür. Büyükçekmece civarından Kumburgaz'a bir çıkarma yaparsak buradan da Çatalca'nın üzerinden, Bulgarların bu zor durumdan faydalanarak burayı ele geçirebiliriz diye bir plan yaparlar. Ancak orada bir problem vardır. O dönemde yerli çeteciler ve askerlerden kaçan bazı Türk askerleri köylere musallat olmuşlardır ve köylerin zenginlerinden haraç almaktadırlar. Orada bir düzensizlik baş gösterince, görev Kuşçubaşı Eşref’e verilir. Elbetteki Zenci Musa ile, Sudanlı Musa ile birlikte “emir ver” çeteleri kurulur(13.55). Bunlar İstanbul'da bir süre eğitim yapar ve bir gece gizlice Kumburgaz'a çıkarılır. Özellikle Bulgar topçuları bu saldırı esnasında bertaraf edilir ve Çatalca’daki tehlike ortadan kalkınca bizim özellikle süvarilerimiz kuzeye doğru ilerlemeye başlarlar. Özellikle Kuşçubaşı Eşref'in haber alma kaynakları Lüleburgaz'a kadar alanın boşaldığını, bu alanın derhal askerlerimiz tarafından alınması gerektiğini ifade ederler. Lüleburgaz alındıktan sonra sıra Edirne'ye gelir. Burada da Sudanlı Musa Galatasaraylı öğrencilerle birlikte Tunca Nehri’ni geçerek Edirne civarında bir istihbarat yapar ve Edirne'de de çok az sayıda Bulgar askeri olduğunu tespit edince Enver Bey'in birlikleri ile birlikte Edirne'ye girilir ve bildiğimiz gibi daha sonra Edirne de kurtarılır. Edirne kurtarılır ama Eşref Bey, Süleyman Askeri, kardeşi ile birlikte Batı Trakya’ya doğru ilerlemeye başlarlar. Burada Domuziyef Çetesi(15.30), özellikle Müslümanların bulunduğu yerlerde çok katliamlar yapmıştır ve halk o kadar muzdariptir ki artık geri kaçmaya başlamıştır. Eşref Bey yanında yine Sudanlı Musa ve kendi birlikleri ile Domuzciyef Çetesi’ni ortadan kaldırırlar ve Batı Trakya'nın büyük bir kısmına hakim olurlar. Fakat burada yine İstanbul hükümeti Edirne’den sonraya gidilmemesini ve bu söz konusu toprakların da bırakılmasını ister.

 

“Cumhuriyet’in paşası olabilirsiniz, ama Batı Trakya Cumhuriyeti’ne pasaportsuz girilmez”

 

Bu arada bir çatışma çıkar, fikir çatışması. Derler ki “Biz bu toprakları zaten aldık. Batı Trakya’yı vesaireyi. Bize baskı yapan da yok.” Ama Rusya ve Avrupa devletleri de Osmanlı Devleti'ne baskı yaparak Edirne’den öteye geçilmemesini ısrarla söylemektedirler. Hatta Edirne’yi dahi sizin elinizden alacağız deyince dönemin hükümeti Batı Trakya topraklarının bırakılmasını ısrarla ister. Bunun üzerine şöyle bir çözüm düşünürler. Biz, derler, “Burada bir cumhuriyet kuralım. O zaman madem Osmanlı Devleti bizi tanımıyor, biz devlet kuralım, bayrağımız olsun, pulumuz olsun, pasaportumuz olsun”. Bunları kısa sürede gerçekten kurarlar. İlk devlet başkanı da Süleyman Askeri’dir. Aynı zamanda Genelkurmay Başkanlığı’nı da yapar ve Batı Trakya Marşı’nı da bizzat kendisi yazar. Yeni devlet kurulur, Yunanistan tarafından da tanınır. Bulgarlar bundan çok şikayet etmektedir. Ruslara bu konuda şikayette bulunarak yardımlarını isterler ve Batı Trakya'dan söz konusu bu birliğin, bu devletin lağvedilmesini, çekilmesini isteyince bunun üzerine Osmanlı Devleti yine Batı Trakya Cumhuriyeti’ne büyük ihtarlarda bulunarak lağvedilmesini ister. Hatta o dönemin Cemal Bey’i yani Cemal Paşa sınıra gelir ve görüşmek ister. O zaman subaylardan biri der ki “Paşam bu devlete girmek için pasaportunuz var mı?” Evladım, der, “Ne pasaportu? Ben zaten sizin subayınız değil miyim?” Yok, der, “Biz yeni bir devlet kurduk. Buraya girmek için izin almanız gerekir.” Bunun üzerine Süleyman Askeri Bey’in araya girmesi ile görüşme yapılır ve çok ısrarlar neticesinde Batı Trakya Cumhuriyeti'nin kırk bin kişilik ordusu kurulmuşken, haber teşkilatı kurulmuşken, pulu basılmışken, gazeteleri basılmışken, milli marşı yazılmışken, ilk kurduğumuz Türk Cumhuriyeti ne yazık ki kendi ellerimizle Bulgarlara bırakılır.

 

Kuşçubaşı, Şerif Hüseyin’i çok öncesinde ihbar etmiş ama dikkate alınmamıştır!

 

Bitti mi Osmanlı'nın çilesi? Bitmedi. Çünkü ufukta bir I. Dünya Savaşı gözükmektedir. Bildiğiniz gibi 2 Ağustos'ta yapılan gizli anlaşma ile Almanlarla ittifak yapılmak zorunda kalınmıştır ama ondan önce de İngiltere'ye, Fransa'ya, Rusya'ya da ittifak teklifinde bulunulmuştur. Fakat 1907 Reval Anlaşması'nda Osmanlı'yı paylaşım masasına koyan devletler Osmanlı’yı kendi ittifaklarında istememişlerdir. Burada bir tehlike vardır. Çünkü İstanbul şehri ve İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı Rusya'ya bırakılacaktır. Burada ortada bir Rusya tehdidi olunca o dönemin yöneticileri Almanya ile bir ittifak yaparlar. İttifak yaparlar ama hemen savaşa girme temayülünde değillerdir. Çünkü seferberliğin yapılması, hazırlanması lazımdır. Belli bir süre, zaman kazanmak isterler ama hepimizin çok iyi bildiği 29 Ekim’deki baskınla Goben ve Breslav Rusya'nın limanlarını bombardıman eder ve Osmanlı Devleti savaşa girer. Bildiğimiz gibi on cephede savaşırlar. Bu arada 1914-15-16'nın başlarında, özellikle 15’in sonlarında Hicaz’da durumlar karışıktır. Çünkü 1910 yılından beri İngilizlerle irtibata geçen Şerif Hüseyin ayaklanmak için fırsat kollamaktadır. Onun emellerini çok iyi bilen Kuşçubaşı Eşref daha önce o, döneminde Hicaz’da çok bulunduğu için, kabile kabile dolaştığı ve Arapça’yı lehçelerine kadar bildiği için Şerif Hüseyin'in ayaklanacağını defalarca iletir ama o dönemin şartları altında Şerif Hüseyin 1916'ya kadar Osmanlı yöneticileri tarafından pek dikkate alınmaz ve1916’nın Mayıs’ında ayaklanma başlar.

İşte burada Kuşçubaşı Eşref ile biz Zenci Musa’nın tarih sahnesine çıktığını görüyoruz. O da nedir? Bir ilmi heyet kurulacaktır. Bunun içinde Mehmet Akif vardır, bir de Şeyh Süleyman vardır. Birkaç kişi daha var. Bu ilmi heyet İbn Suud’a gidecek, İbn Reşid’e gidecek ve ardından Yemen’deki Yahya’ya ulaşarak Osmanlı Devleti'nin yanında yer almasını ve bu isyana katılmamasını isteyecektir. Bu ilmi heyet yola çıkar ve bu heyette yer alan Kuşçubaşı Eşref, Mehmet Akif, Sudanlı Musa ve Şeyh Süleyman yola zorlukla devam ederler. O sırada da hepimizin bildiği gibi Çanakkale Zaferi -1915 için bunu söylüyorum- duyulduğunda Mehmet Akif o şiiri Hicaz deyken yazar. Hicaz’da Sundalı Musa’yla yakından ilgilenir Mehmet Akif. Hatta bir şiiri de vardır. Eşref Bey'in emir eri Zenci Musa, İsa Peygamber’e

omuzlarını ödünç verebilir ve peygamber bu sayede göğe çıkabilir diye bir şiiri var. Hatta Zenci Musa’nın iri cüssesine bakarak “Sen güreşçisin galiba.” diye sorar Mehmet Akif. Kuşçubaşı Eşref de der ki “Sen üstadı hafife alma. Kendisi de sporcudur ve güreşçidir.” Onun üzerine Mehmet Akif Sudanlı Musa’ya “Musa boş bir vaktimizde seninle bir kapışalım.” der. Ama daha sonra da güreşmemişlerdir. Böyle bir teklifi de söz konusudur.

 

Kuşçubaşı varsa,
bir ihtimal daha vardır !

 

Musa ile birlikte Mehmet Akif vs İbn Reşid’le görüşürler. Daha sonra İbn Suud’la görüşülmesi gerekmektedir. Ama İbn Suud, Kuşçubaşı Eşref’in geleceğini bildiğinden Riyad’dan bu sefer yazlık olarak kullandığı Hassa’ya geçmiştir. Çünkü o da İngilizlerle dirsek teması halindedir. Ve İstanbul’dan padişahın gönderdiği hediyeleri Kuşçubaşı Eşref gruptan ayrılır. Çünkü yolu daha çok uzundur ve Şeyh Süleyman’ın da kalbi vardır. Sıcaklıktan da çok muzdarip bir şekilde etkilenince onları bırakır ve kendisi görüşür. Ardından Suud’la görüştükten sonra İstanbul'a geri dönerler ve o sırada Şerif Hüseyin isyanı zaten patlamıştır. Artık cephelerde de işleri iyi gitmemektedir. Enver Bey karargahta sıkıntılı bir şekilde dolaşırken “Bu Hicaz için çareler bulmalıyız.” diye söylenirken Eşref Bey de daha önce uyarılarının dinlenmemesi hasebiyle biraz kırgındır. Hatta bir ara İzmir'e gidip çiftliğine çekilip bu işlerden el etek çekmeyi düşünürken Enver Bey’in çağrısı üzerine tekrar İstanbul'a gelmiş ve neler yapılacağını, son kertede elinden ne geleceğini düşünmeye başlamıştır. Sonra Enver Bey’e şunu der: “Bir ihtimal daha var. Hicaz’daki isyanın genişlememesi için ve bu isyana karşı çıkabilmek için benim Yemen’e gidip İmam Yahya'nın kuvvetleri ve yerli halktan topladığım birliklerle Şerif Hüseyin'in karşına çıkmam lazım.” der. “Bunu gerçekten yapabilir misin?” der Enver Paşa, heyecanlanır. Elbette, der, “Yalnız biliyorsunuz İngilizler altınlarıyla bedevileri, urbanları ayaklandırdılar. Bana da altın verirseniz ben de bunu yerli halka veririm.” der. O sırada da Yemen'de bulunmakta olan 7. Ordu'nun da maddi sıkıntısı o kadar çok artmıştır ki onlara da para götürülmesi söz konusu olunca bu iki gaye Kuşçubaşı Eşref'in şahsında birleşir. Der ki “Ben bir şey kuracağım, on kişilik bir ekip. İstanbul'dan yola çıkacağım Medine'ye gideceğim. Oradan da Kızıldeniz üzerinden Yemen’e geçeceğim ve altınları götüreceğim.” diye bir teklifte bulunur. Enver Paşa çok sevinir ve bazı söylentilere göre 300 bin, bazı söylentilere göre 70 bin altın cephane sandıklarına konulur, gizli bir tren bölmesinde Toroslar’a kadar gider. Orada uzun bir yolculukla Şam’a ve Medine’ye gelirler. Medine’de Kuşçubaşı’yla Fahrettin Paşa görüşür. Fahrettin Paşa isyancıların durumunu bildiği için Kuşçubaşı’ya şunu söyler. Bak, der. “Yapacağınız iş başarısız olacaktır. Sen gitme, burada seninle birlikte Medine’yi savunalım.” der. Ancak Eşref Bey kararlıdır ve yola çıkarlar. Yalnız bir tehlike vardır. Çölde Şerif Hüseyin’in isyancılarına denk gelme tehlikesi vardır. Bunun üzerine Kuşçubaşı Eşref çok güvendiği, sağ kolum dediği, Musa Ağa dediği, kardeşi kadar sevdiği Zenci Musa’dan küçük bir grup kurmasını, kendilerine bir tüccar süsü vermelerini ve bu tüccar kumaşlarının arasına altınları yerleştirerek Yemen’e, 7. Ordu'ya götürmesini ister. Medine'den ayrılan grup daha sonra ikiye ayrılır. Zenci Musa başka bir yoldan, Kuşçubaşı Eşref de daha büyük bir kafile ile, 43 kişilik bir kafile ile Yemen'e doğru yola çıkarlar  Kuşçubaşı Eşref’in kafilesi. Biraz yol aldıktan sonra mola verirler. Ot toplamak için keşfe çıkan 2-3 bedevi hızla geri döner. Derler ki “Eşref Bey ilerden çekirge sürüsü gibi bir ordu yaklaşıyor!” Eşref Bey bekler. O sırada da ordu gerçekten yaklaşmaktadır. Dürbünle baktığında kırmızı bayrağı görünce Ali'nin birlikleri olduğunu anlar. O sırada yaklaşık 25 bin kişi vardır. Daha sonra yine Ali'nin o birlikleri ilerleyince, o toplayıcılarının izlerini görünce yakında birilerinin olduğunu fark ederler ve daha sonrada görülerek Ali’ye bunu bildiriler ve bunun üzerine o dönemde Hayber'de Peygamberimizin de savaş yaptığı yerde yüksek bir tepede Kuşçubaşı Eşref 43 kişi ile konuşlanır. Bunu da kısaca özetleyelim. O gün 43 kişi ile 14 saat 25 bin kişiye karşı koymuş sağ kalan iki arkadaşıyla kasıklarından yaralanınca Ali’ye teslim olmak zorunda kalmıştır Kuşçubaşı Eşref. O sırada Kuşçubaşı Eşref’in yanında bulunan 20 bin kadar altını urbanlar görünce paylaşmaya başlamış, sevinç çığlıkları atmıştır. Ama asıl altınlar Zenci Musa ile Yemen'e güvenli bir şekilde varmıştır. 7. Ordu’ya altınlar teslim edilir ve Sudanlı Musa daha sonra bir rivayete göre oradan Ahmet Tevfik Paşa ile birlikte geri döndüğü, bir rivayette de Medine'ye geri döndüğü yazar.

 

50 bin altını teslim etmiştir, İstanbul sokaklarında karın tokluğuna yük taşımaktadır!

 

O sırada Medine düşünce kendisinin Osmanlı askeri olmadığı hasebiyle serbest bırakıldığı ifade edilir ve Sudanlı Musa da İstanbul’a döner. istanbul’a geldiğinde yıllardır Bey’iyle çarpıştığı İngilizlerin gemilerinin Dolmabahçe'de, Beyoğlu sokaklarında olduğunu görünce adeta bir şoka uğrar ve çok üzülür. İşsizdir. İş yapacak bir şey arar. Ardından Ali Paşa'nın araya girmesiyle Galata Gümrüğü’nde kendisine iş bulunur. İlk önce gümrük ağalığı teklif edilir. Senin bize bu kadar hizmetin geçti. Biz de sana bir iş bulalım. Bu zor zamanlarında sen de hiç olmazsa iaşeni çıkar ve karnını doyurabil, diye bir teklifte bulunurlar, gümrük ağası teklifi. Musa da der ki “Benim elim ayağım tutarken hamallık ağası yapamam. Siz şu ihtiyara o ağalığı verin. Ben yine burada yük taşımaya devam ederim” der ve gerçekten hamallık yapar. O çok ağır yükleri çok kolaylıkla alır, taşır ve bir gün taşıma esnasında İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Harington gümrüğe gelir ve Sudanlı Musa’yı fark eder. Yanındakilere sorar: “Kimdir bu çuvalları tek eliyle pamuk çuvalı imiş gibi atan?” Açıklama yaparlar, “Efendim bu bizimle çarpışan, Eşref Bey'in emir eridir. Hatta o Yemen’e işte şu kadar küsür altını götüren Zenci Musa’dır.” der. Bunun üzerine Harington Zenci Musa’ya yaklaşır der ki “Sen bizimle çalışır mısın, bize çalışır mısın?” der. Zenci Musa kaldırır başını bakar, “Bak komutan! Her teklif herkese yapılmaz. Benim bir devletim var; Osmanlı Devleti. Bir bayrağım var; ay ve yıldız. Bir komutanım var; Kuşçubaşı Eşref. Ama daha sizinle işimiz bitmedi. Mücadelemiz sürecek!” der. Bunun üzerine Harington der ki “Senin komutanın Malta’da tutuklu” der, “bizim elimizde.” “Komutanım mutlaka dönecek. Ben de onu bekleyeceğim” der Musa. Ve ardından bir süre çalışmaya devam eder gümrükte. Sağda solda yattığı için, iyi beslenemediği için Musa hastalanmaya başlar, verem başlangıcıdır. Fakat o sırada Milli Mücadele çalışmaları da başlamış, İstanbul'dan Ankara'ya, İnebolu'ya, Kastamonu'ya cephane kaçırılmaktadır. Musa da bu cephane kaçıran çetelere karışır, onlara yardım eder. Fakat hastalığı ilerlemektedir. Bunun üzerine kendisine şu teklif yapılır. Derler ki “Bak hastasın. Seni hastaneye yatıralım. Tedavin yapılsın.” Hatta derler ki “Sana bir emekli maaşı bağlayalım.” Musa da, ben, der, “Bu garip milletin, bu gariban devletin maaşını alamam. Ben hastaneye de yatmam. Benim yerime boş olacak bir yatağa başka bir hasta Mehmetçik ya da yaralı bir Mehmetçik yatsın ki siz onları tedavi edin.” der.

 

Payitahtta bir tekkede,
sancağın altında

 

Sonra nereye gider Musa? Bu silah kaçakçılığında birkaç kere tehlike atlatır ve İngilizlere yakalanacakken daha sonra Özbekler Tekkesi’ne gider. Orada kalmaya başlar. Orada tedavisi yapılırken bir gün o bize çok yararlılıklar gösteren, bizden biri olan Eşref Bey'in emir eri Musa vefat etmiştir. Bakarlar ki tahta bir bavulu vardır. Tahta bavulu açtıklarında şunu görürler. Bir Osmanlı haritası, bir kefen ve Kuşçubaşı Eşref’in fotoğrafı. İşte Sudanlı Musa o ateş çemberinde, hani pervanelerden örnek vermiştik. Pervaneler ateşe giderken bir kanat boyunu geçince yanarlar. İsteyerek, bilerek, Bey’ini bekleyerek gözleri yoldayken 1919 yılında Özbekler Tekkesi’nde vefat eder. Şimdi mezarlığı orada. Allah gani gani rahmet eylesin...